3 Ekim 2010 Pazar

CHP’ye iktidar formülü

CHP’ye Boğaziçi’nden iktida formülü
Öğretim Üyesi Üstündağ: CHP iktidar olabilmek için mağduriyet dili geliştirmeli dedi
Yoksul kesimlere ulaşamamaktan yakınan ve bu durumun akademisyenler tarafından araştırılmasını isteyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'na yanıt Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Üstündağ'dan geldi. Çözüm için CHP alternatif bir mağduriyet dili geliştirmeli, kadrolarını yerelleştirmeli
Kaskatı bir yapı
Türkiye'de hemen hemen herkesin dilinde olan yoksulluk söylemi var. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da AKŞAM'a 'Yoksul kesimlere ulaşamıyorum. Hem işsizler hem yoksullar ama bir yandan AK Parti'nin bir yandan da cemaatlerin etkisindeler. Kaskatı bir yapı var. Bunun nasıl çözüleceğini akademisyenlerin araştırması lazım' dedi. Kılıçdaroğlu'na cevap ve reçete Boğaziçi Üniversitesi'nden geldi. Yoksullukla ilgili araştırmalarıyla tanınan Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Nazan Üstündağ, CHP'nin alternatif bir mağduriyet dili geliştirmesi gerektiğini söylüyor.

Yoksullara yapılan yardım konusuna değinin Üstündağ, yardımların iktidarın cebinden çıkmadığını devletin cebinden çıktığını belirterek 'Ama sonuçta bu iktidarın bir politikası. Yaklaşık iki senedir bu yardımlar Dünya Bankası'nın hibesiyle sürüyor' dedi.
Cemaatlerin farklı siyasi ideolojileri

Cemaatler denilen kurumların getirdiği yardımların bambaşka olduğuna dikkat çeken

Üstündağ, 'Cemaatlerin getirdiği yardımlarla, devlet bütçesinden gerçekleştirilen sosyal yardım politikalarını birbirinden ayrı tutmak lazım. 1980'den beri cemaatlerin farklı siyasi ideolojilerini kimi zaman yok etmek ve kırmak kimi zaman yaygınlaştırmak amacıyla kullandıklarını biliyoruz' diye konuştu. Üstündağ, yapılan bu yardımların adının 'AKP yardımları' olarak anılmasının nedeni bu sosyal politikaları uygulayanın AKP olmasından kaynaklanıyor dedi.

Nazan Üstündağ, CHP'yi yoksullara ulaşma konusunda uyararak şunları söyledi: 'AKP yoksulara yoksul olarak seslenme işini tekelleştirdi. CHP'nin ise eski siyasetten kalan birtakım alışkanlıkları var. Ve bir tabanı var. Örneğin, sendikalar. CHP'nin bu yeni döneme ayak uyduramadığını düşünüyorum. CHP 'yoksulluk üzerinden siyaset yapmayayım bunu AKP yapıyor' diyor. Ama öte yandan alternatif olarak bir mağduriyet dili getiremedi.'
CHP bu kuruma sahip çıkmadı

Eskiden beri Eğitim-Sen'in solun önemli kalelerinden biri olduğunu söyleyen Nazan Üstündağ şu an Eğitim-Sen ile CHP'nin arasının bozuk olduğuna dikkat çekti.

Üstündağ sözlerini şöyle sürdürdü; 'Çünkü Eğitim -Sen anadilde eğitim hakkını talep etti. CHP bu kuruma sahip çıkmadı. Ama bunun dışında CHP'nin halkla iletişime geçebilmesi için gerekli olan şey kadrolarını yerelleştirmekten geçer. Yerelleşme dediğimiz şey halkın dilini konuşmaktır. Mesela tekstil işçilerinin haklarını savunacak siyaset yapılması, tekstilde çalışan genç kızların, zorunlu göçle İstanbul'a gelmiş olan insanların, dul kadınların sorunlarına değinilmesi gibi. Oysa AKP egemen bir dil kurdu. AKP'nin o egemen dilini bozabilmek için çok daha özel, çok daha betimleyici, gündelik ve somut çalışmalarla karşılarına çıkmak gerekir diye düşünüyorum. İnsanların bütçeleriyle ilgili somut politikalar geliştirmeliler.'
Diyarbakır Cezaevi faillerini araştıracağız

AKP'ye karşı yeni bir hegemonya yaratılması gerektiğini düşündüğünü belirten Nazan Üstündağ, 'Ve bu insanların istediği atla deve değil! Kılıçdaroğlu artık Kürtlerin gönlünü yapmalı. Kadrolarında hala Dersim'i katliam olarak kabul etmeyenler var. Diyarbakır'da bir miting yapabilir. Ergenekon'da araştırılmayan faili meçhullerdir. Mitinglerde 'biz Diyarbakır Cezaevi faillerini araştıracağız, Türkiye'de her şey konuşabilir' mesajını net bir şekilde vermesi lazım. AKP birtakım kırmızı çizgilerden bahsediyor, CHP'nin kırmızı çizgileri çok daha dar' şeklinde konuştu.

kaynak: http://www.ensonhaber.com/chpye-iktidar-formulu-2010-10-04.html

27 Eylül 2010 Pazartesi

'Değişimden Kürt'ten çok Türk etkileniyor'

Sadece bir terör uzmanı ve siyaset bilimci bakışıyla değil, bir sosyal psikolog gibi analiz yapan Prof. Deniz Ülke Arıboğan, Türkiye tarihinin yeni baştan yazıldığı bir dönemin travmalarına dikkat çekiyor: “Türkler, 80 yıldır doğru bildiklerinin yanlış olabileceği iddiasıyla karşı karşıya... Ordu, laiklik, Misak-ı Milli tartışılıyor. Tarihinden övünç duyan insanlar, Dersim’den Ermeni meselesine kadar birçok olumsuzlukla yüzleşmek zorunda kalıyor.” Bu öyle bir yüzleşme ki travmatik olmaması mümkün değil. İşte bu yüzden kökünden koptuğunu hisseden bir Türkiye var ortada ona göre... Ve en az Kürt meselesi kadar çözülmesi zor olan bir Türk meselesi!




"Yüzde 42 kendisini çok ağır baskı altında hissediyor. Devlet kurumlarının ya da eski hükümetlerin hatalarını kendisininmiş gibi sahipleniyor. Bu kitle aslında ülkesini çok seviyor ve geçmişini sahiplenmeyi bir vazife olarak görüyor..."



İç ve dış politikada en az babası Mahir Kaynak kadar sözü dinlenen biri. Akşam Gazetesi’ndeki köşe yazarlığının yanı sıra, ne zaman önemli bir mesele olsa TV kanallarının paylaşamadığı bir isim. Görüşlerini salt gazete ve TV ile aktarmakla da yetinmiyor, Twitter’da en fazla takipçisi olan akademisyenlerden biri...



Prof. Deniz Ülke Arıboğan’ın bir diğer özelliği de Türkiye’nin en genç rektörlerinden biri olmasıydı, ta ki kendi isteğiyle Bahçeşehir Üniversitesi’nden ayrılana dek. Temmuz ayından bu yana Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti’nde yer alıyor. Geçen hafta Türkiye’nin gündemine Tophane’deki saldırıyla birlikte yeniden oturan ‘mahalle baskısı’ ve Kürt meselesi konularında NTV’de yaptığı yorumlar üzerine kapısını çaldım. NTV’de yaptığı analizler isabetliydi, ama süre öylesine dardı ki, bana yetmedi, sanırım benim gibi pek çok izleyiciye de yetmedi...



Tespitlerinin ayrıntılarını dinlemek istedim, o da hiç tereddütsüz buyur etti. Ve ben bir saat geciktim randevuya!



Sebep Başbakan’ın Dolmabahçe’deki basın görüşmesiydi. Yanlış anlaşılmasın, toplantıya katıldığımdan değil, trafiğe saplandığımdan! Her zamanki güler yüzüyle açtı kapıyı... Benim gecikmeme sebep olan toplantıda Başbakan ne söylemişse, tek tek ele aldık. “Bizim teröristlerle görüşme fantezimiz yoktur”dan, “Anadilde eğitim kesinlikle gündemimizde yok”a kadar...



Sadece bir terör uzmanı ve bir siyaset bilimci olarak değil, bir sosyal psikolog bakışıyla yanıtladı sorularımı Arıboğan. Yani politik dengelerin insanı dışlayan kuru analizinden öteye, toplumun travmatik dönüşümünü de dikkate alarak. İşte bu yüzden söyleşinin sonunda en az Kürtler kadar Türkler’in de bir travma içinde olduğu sonucuna vardık. Söz Prof. Arıboğan’da...



Batı’da da ciddi bir kimlik kaybı korkusu var!



Başbakan, “Bizim teröristlerle görüşme fantezimiz yok” diyor. Sizce Kürt meselesinde ne noktadayız? Bu mesele nasıl bir sürece giriyor?



Birincisi, Kürt meselesi sadece terör meselesi olarak tanımlanacak bir boyutta değil. Bu meselenin çok daha geniş bir perspektiften ele alınması gerekiyor. Çünkü dağda silahlı insanlar var, bunların uluslararası uzantıları var... Suriye, İran, Irak’ta yerleşik eylem potansiyeli bulunan PKK’nın uzantıları olan gruplar var. Bunlar Türkiye’nin Kürt’ü de değiller. Nitekim Hakkari’deki bombalamanın Suriye uzantılı bir grup tarafından yapıldığı ortaya çıktı ve yapanların da İran’a kaçtığı söyleniyor.



Olayın bir boyutu bu. Onun dışında o bölgede uzun süredir devam eden ve psikolojik bir yıkıma dönüşmüş olan şiddetle iç içe yaşama durumu var. Güvensizlik, tedirginlik ve bilinemezlik çok ağır yaralar açmış. Çözümlenmesi gereken bir başka boyut da bu. Çünkü şiddet bu insanların yaşam biçimi haline gelmiş durumda. Ve o bölgede araştırma yapan arkadaşlarımızın anlattığı kadarıyla, insanlar uzunca bir süredir yasta. Ailesinden herhangi birini kaybetmemiş neredeyse tek bir aile kalmamış bölgede. Ya dağda kaybetmişler ya askerde şehit vermişler ya da faili meçhul bir cinayete kurban vermişler.



Ya da cezaevinde verilen kayıplar var... Diyarbakır Cezaevi’nde mesela...



Evet. Cezaevlerinde işkence görmüş on binlerce insan var ve o kötü günlerin bugünlere yansıyan çok olumsuz etkileri var. Kabul edilemez kayıplar ve ağır travmalar var. Bölgesel düzeyde baktığınız zaman çok büyük bir problem bu... Bunlara ilave olarak bölgeden kaçan, varını yoğunu oralarda bırakıp Batı’ya göç etmiş, lakin geldiği topraklara da bir türlü entegre olamamış Kürtler meselesi var. Bu insanlar tam da bizim mahalle ortamı dediğimiz kapalı cemaatlerde yaşıyor ve buralarda ortaya çıkan politik, dini veya aşiret merkezli baskılara boyun eğmek durumunda kalıyorlar. Bu kapalı topluluklarda ilişkiler çok problemli. Terör ve göç sorunlarına ilave olarak, bunların yan uzantısı olan suç örgütleri var. Uyuşturucu kaçakçılığı, yasadışı silah ticareti, mafyavari yapılanmalar gibi... Onun için bu meseleyi, teröristle görüşülür görüşülmez boyutunda değerlendirmek çok yanlış.



Bu mesele ne BDP’nin tek başına temsil edebileceği bir mesele ne de Türkiye’deki iktidarın tek başına çözebileceği bir mesele... Bu mesele çok bacaklı bir mücadele stratejisini gerektiriyor. Aslına bakarsanız bu sadece o bölgenin dizayn edilmesi anlamına gelmiyor. Bu, bütün Türkiye’nin biçimlendirilmesi, Türkiye fikrinin yeniden inşası anlamına da geliyor. Bu yapının inşası, insanların memnun, mutlu bir biçimde devlet güvencesi altında demokratik bir ortamda yaşayabilmelerini sağlamanın yolunu bulmalı. Ve tabii geçmiş travmaların, yasların üstesinden nasıl geleceğiz, bunlara bakılmalı. Bunu yaparken olayın bir başka boyutu da ortaya çıkıyor, ki bu Kürt probleminin uzantısıdır; “Türk meselesi.” Batı bölgelerinde Kürtlere karşı oluşmaya başlayan reaksiyonu nasıl ortadan kaldıracağız? İlk başlarda Batı’da gelişen tepki, sınırlı ve PKK’ya yönelik iken, şimdi o bölgeden göç etmiş ve Türkler’in yanı başında toplu halde yaşamaya başlayan ve kendi geleneklerini sürdüren Kürtlere de dönmeye başladı.



Genel olarak Kürt kimliğine yönelik bir olumsuzluk var. Batı’nın psikolojisi ve kopuşları tamamen göz ardı ediliyor, oysa orada da ciddi bir kimlik kaybı korkusu var. Bunları nasıl çözeceğiz?



AK Parti tabanı kendisini geçmişten soyutladığı için rahat



Batı’daki kimlik kaybı korkusundan kastınız nedir?



Kürtlerin kimliği konusu bir süredir tartışılıyor. Oysa kalan kısmın ne tür bir kimlik kaygısı içinde olduğu göz ardı edilmekte. Çok uzun bir süredir insanların bugüne kadar inandıkları, bildikleri ve üzerinde siyasi varlıklarını inşa ettikleri bir çok şey hakkında spekülasyon yapılıyor. Örneğin, asker konusu Türkiye’nin dokunulmaz tabusu idi. Koruyucu, kollayıcı ve hatta gerektiğinde uçurumun kenarından alıcı bir rolü vardı. Oysa şimdi darbe iddiaları ardı ardına geliyor. Emekli bir general Kıbrıs’ta kendi camimizi yaktığımızdan söz ediyor.



Bu yeni TSK profilinin yarattığı yıkım en azından belirli bir kesim için çok şiddetli. Laiklik konusu bir başka sorun. Bugün alışılmaya başlasa da, toplumun bir bölümünün kafalarındaki laiklik algısının çok dışında bir noktadayız. Başörtülü kızları üniversitelere sokmamayı laiklik olarak algılayanlar, başörtüsünün Cumhurbaşkanlığı köşkünde temsil edilmesine alışmak durumundalar. En uç noktada, Misak-ı Milli sınırları da, üniter devlet yapısı da, iki bayraklı düzen de tartışılabilir hale geliyor. Tarihiyle övünç duyan ve her dem kötü insanlara karşı savaşan Türkiye formatından, tarihinde Dersim’den tutun da Ermeni meselesine kadar birçok olumsuzluğun var olduğu bir ülkeye geçiyoruz. Geçmişle yüzleştikçe, derinler yüzeylere çıktıkça tepki artıyor. Geleceğimize karşı güvensizdik, şimdi geçmişimize karşı da çok güvenli olamayacağımızı fark ediyoruz. Bu değişim, dönüşüm son 10 yılda normal, sıradan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üzerinde çok ağır bir psikolojik baskı oluşturmaya başladı. Kendisinin, bugüne kadar bildiği gibi birisi olmadığını öğrenen herkeste oluşan karmaşık ruh hali hepimizi sardı. Birileri bir sihirli değnek değdirse beklentisi artıyor. AK Parti tabanı, kendisini tüm bu geçmişten soyutladığı için rahat gibi, oysa geçmişi ve sistemi sahiplenen kitle çok rahatsız.



ARTIK SADECE KÜRT MESELESİ DEĞİL, TÜRK MESELESİ DE VAR



Yani Kürt meselesiyle birlikte bir de bu meselenin çözülmesi lazım?



Evet. Aslında bugün “evetçiler” ve “hayırcılar” diye görünen ve Başbakan’ın “Yüzde 42’ye de ulaşmamız gerekir” dediği kesimin en önemli meselesi bu. Bir süredir neredeyse hiçbir konuda haklı ve mücadelede üstün çıkamıyorlar. Seçimler, referandumlar kaybediliyor. Bu yüzde 42 sadece anayasa değişikliğine “hayır” demiyor, bu ortaya çıkan değişimin, dönüşümün kendisine nasıl yansıyacağını bilmiyor ve şu anda kendisini çok ağır bir baskı altında, kökünden koparılmış gibi hissediyor. Devlet kurumlarının ya da eski hükümetlerin hatalarını kendisininmiş gibi sahipleniyor. Bu kitle aslında ülkesini çok seviyor ve geçmişini sahiplenmeyi bir vazife olarak görüyor. Bütün değerlerinin bu kadar lanetlenmesine, bu kadar tartışılıp speküle edilmesine hazır değildi ve şimdi ona tepki duyuyor.



YÜZDE 42, “BİR YERLERDE DURUN ARTIK, BİR NEFES ALALIM” DİYOR



Yani yaralar açıldı ve kapanmıyor?



Evet. Yeniden açıldı. Belki yasını tutamadığımız bazı şeyler vardı, onlar ortaya çıktı. Bir imparatorluk yitirdik ve bir görkemli kişinin, Atatürk’ün liderliğinde yeniden doğduk. Yeniden doğuş öylesine zaferleştirilmek durumundaydı ki, kaybettiğimizin yasını tutmaya vakit bulamadık. Sonrasında da hızla dönüşen bir dünyaya ayak uydurma çabası ve şiddetli dalgalanmalar geldi... Bu kadar ağır bir baskıya dayanamaz insan tabii... İnsanlara şimdilerde ise “Bugüne kadar bildiğin her şey yalan olabilir” deniyor. Tıpkı yıllar sonra hiç beklemediği bir anda bir çocuğa, “Seni cami avlusunda bulmuştuk” demek gibi bir şey bu. Bugüne kadar bütün fikirlerimizi, inançlarımızı üzerine inşa ettiğimiz her şey sorgulanıyor. Bu, insanın ruh halini sakatlayabilecek çok ağır bir yük. O nedenle de reaksiyon çok şiddetli. Ve bu tepki çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor. Bazen mitinglere, bazen referandum sandığına yansıyor. Şimdi bu yüzde 42’lik kesim anayasayı onaylamadı diye demokrasiyi istemiyor mu demek? Çok yanlış bir formatlama bu. Yüzde 42 herkesten çok demokrat da olabilir. Yüzde 2’sini dışarıda bırakın, yüzde 40 aslında demokratik olmayan bir Türkiye’de yaşamak istemez zaten.



Neden anayasa değişikliğine hayır diyor, ona bakmak lazım o zaman?



Elbette. Anayasa değişikliğiyle birebir ilgisi yok bu “Hayır”ın. O, “Bir yerlerde durun artık” diyor, “Durun, bir nefes alalım” noktasında. Onun için bu psikolojinin kontrol edilmesi de en az diğerlerininki kadar önemli. Ben, son dönemlerde Kürt meselesinde de esas değişimin Kürtlerin yaşadığı bölgelerde değil, Türkiye’nin Batısı’nda gerçekleştiğini düşünmeye başladım. Yani ortaya çıkan değişim ve dönüşümler Kürtlerin hayatlarını ne kadar etkilemiştir bilemiyorum ama İzmir’de, Ankara’da, Antalya’da yaşayanların bu gelişmelerden çok etkilendiği aşikâr.



KİMSENİN EVİNE GÖTÜRDÜĞÜ EKMEKTE BİR FARKLILIK YOK AMA...



Yani Diyarbakır’da yaşayan Kürt’ten çok İstanbul’daki Türk’ün hayatı etkileniyor, öyle mi?



Kesinlikle. Kürt meselesi bir başka sorunu tetiklemeye başladı. En azından Batı’daki kitleler önemli bir psikolojik eşikteler. Doğrudur, kimsenin evine götürdüğü ekmekte, bindiği arabada bir farklılık yok ama psikolojisinde bir farklılık var. Bütün bu dönüşümler, yıkımlar, dalgalanmalar kontrol edilmesi gereken şeyler. Başbakanımızın referandum sonrası yüzde 42’ye seslenirken sahiplenici bir tavır sergilemesi çok önemliydi. Konu, sandığın çok ötesinde bir yerlerde çünkü. Kaybedilen güveni sağlayabilecek kişiler devletin tepesindekiler. Bu kitlelere güven verilemezse tüm kayıplarını Kürt meselesi ile ya da AKP ile özdeşleştirmeleri mümkündür. Çünkü kendi kayıpları ile diğerlerinin kazançları arasında bir bağ olduğunu düşünüyorlar. Oysa Kürtlerin ana dillerini öğrenmelerinin İstanbul’da Etiler’de yaşayan birisini neden etkilediği anlaşılır bir şey değil. Paradigma tuhaf bir şekilde yapılandırılmış. Bir tarafta hiç gitmediği, görmediği ve hatta gitmek, görmek istemeyeceği bir toprakta, mesela Hakkari’de ikâmet eden Kürtlerin nasıl yaşaması gerektiği konusunda çok ilgili insanlar var. Buraların yönetiminde söz sahibi olmak adına can vermeye hazır... Diğer tarafta ise hep gitmek istedikleri, hayalini kurdukları bir toprak parçasından, örneğin İstanbul’dan, İzmir’den ayrılmak çabasında olduğunu düşündüğümüz kişiler var. Oysa bu bir algı problemi. Kimse kendi ülkesini bırakıp gitmez, gitmek istemez. Öyle düşünülmesi sağlanmış durumda ve bunu aşmak reel verilerle değil, zihinsel süreçlerle mümkün. Ve ben bu noktada açıkçası hükümetin en çok psikologlardan, psikiyatristlerden yardım alması gerektiğini düşünüyorum. Bu mesele “Yaptım oldu”larla gitmez. Bazı şeyler çok rahat yapılabilir gibi görünür ama bunun çok farklı, hiç fark edilemeyen yan etkileri olur.

kaynak: http://haber.gazetevatan.com/degisimden-kurtten-cok-turk-etkileniyor/331208/1/Gundem

21 Eylül 2010 Salı

Kürt meselesi psikoloji yoluyla her alana yayılıyor

Politik psikoloji dendiğinde dünyada akla gelen ilk isim Prof. Dr. Vamık Volkan'ın yorumu...

Yıllar önce Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın bütün dünyada yankı uyandıran “Araplarla İsrail arasındaki çatışmanın yüzde 70’i psikolojiktir” sözünün doğruluğunu araştırmak için bölgeye giden Amerikan Psikaytri Derneği’nin komitesi içinde yer alan ve o çalışmaların sonunda “Yüzde 99 diye bir oran vermiş olsaydı doğruyu söylemiş olurdu” diyen Prof. Vamık Volkan’a, “Peki Kürt meselesinin yüzde kaçı psikolojik?” diye sordum. Rakam vermedi ama şöyle yanıtladı: Her gün daha da fazlası psikolojik!

“Savaşlar, psikoloji nedeniyle ortaya çıkmaz. Ancak bir savaş ortaya çıktığı veya iki büyük grup arasındaki çatışma kronikleştiği zaman, bu, politikaya, orduya, ekonomiye, hukuka, her şeye psikoloji ile bulaşıyor. Ve bu toplumda büyük bir direnç yaratıyor. Rekresyona giriyor toplum ve kendi kimliğini korumak için mantık dışı şeyler yapıyor. Sorun derinleştikçe, kronikleştikçe bu büyük grup kimliği her yeri boyuyor. Artık bir numaralı şey büyük grup kimliğini korumak oluyor. Tıpkı Filistin’de olduğu gibi...”

Nuriye Atabey’le hazırladığınız “Osmanlı’nın Yasından Atatürk’ün Türkiye’sine Onarıcı Liderlik ve Politik Psikoloji” kitabınızda da anlatıyorsunuz ama yine konuşalım istiyorum. Orada politik psikoloji çalışmalarının nasıl başladığını anlatırken Enver Sedat’ın, “Araplarla İsrail arasındaki çatışmanın yüzde 70’i psikolojiktir” sözünün sizi çok etkilediğini söylüyorsunuz... Ben de o sözden yola çıkarak Kürt meselesini konuşalım istiyorum sizinle...

Tabii... 1979’da o zamanın Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat tarihi bir girişimde bulundu ve İsrail’e gitti. İsrail Parlamentosu’nda bir konuşma yaptı. İşte o konuşmada “Araplarla İsrail arasındaki çatışmanın yüzde 70’i psikolojiktir” dedi. Onun İsrail Parlamentosu’nda, Knessett’te yaptığı konuşma gerçekten de profesyonel hayatımı çok etkiledi. Sedat’tan önce Bülent Ecevit de Türkler ve Yunanlar arasındaki çatışmaların altında psikolojik süreçler olduğunu söylemişti. Maalesef Ecevit’in sözleri diplomasi dünyasında bir yankı yapmadı. Ama Sedat’ın konuşması Amerikalı yetkililer arasında, belki de Amerika’daki Musevi lobisi nedeniyle ilgiyle karşılandı. Sedat, ABD yetkilileri tarafından seviliyordu. Amerika’da bazı yetkili kişiler, Sedat‘ın söylediklerinin doğru olup olmadığını incelemek istediler. Bu kişiler Amerikan Psikiyatri Derneği’ne başvurdu. Dernek; “Size Psikiyatri ve Milletlerarası İlişkiler Komitesi’nde görev verildi.

Mısır’a, İsrail’e gidiniz, Araplarla, İsraillilerle konuşunuz ve Sedat’ın söylediklerini araştırınız” dedi. Ben de bu görevi üstüne alan komitenin içinde yeni bir üyeydim. İsrail’e, Mısır’a gittik ve Mısır, İsrail ve ABD hükümetlerinin desteğiyle çok yüksek seviyedeki Arapları ve İsraillileri üç ayda bir bir araya getirmeye başladık. Bir metodumuz yoktu ve biz diplomat da değildik. Önce hiçbir şey bilmiyorduk. Bu süreç 6.5 sene sürdü. Camp David toplantıları diye bilinen Mısır ve İsrail liderleri arasında o zamanki Amerikan Başkanı Jimmy Carter’ın idaresi altında yapılan resmi konuşmalar vardı. Biz de Araplarla İsrailliler arasındaki diplomasinin gayriresmi olanını yaptık.

Ağaç modeli de o zaman mı doğdu?

Evet. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin “Psikiyatri ve Milletlerarası İlişkiler Komitesi”nin 3 yıl başkanı oldum. Başkan olunca bu süreci daha yakından inceledim. “Düşman temsilciler, gayriresmi toplantılarda bir araya gelince ne gibi psikolojik durumlar oluşur? Böyle toplantıları idare etmek ve olumlu hale getirmek için nelere dikkat etmemiz gerekir?” gibi sorulara cevaplar bulmaya başladım yavaş yavaş. Arap-İsrail toplantılarından edindiğim tecrübelere de dayanarak birkaç sene sonra “Ağaç Modeli” ismini verdiğim ve toplum psikolojisine dayanan gayriresmi diplomasi metodunu ortaya koydum.

Burada bir parantez açabilir miyiz? Ağacın gövdesi, kökü ve yaprakları neyi temsil ediyor?

Ağacın kökü duruma psikopolitik yönden bir teşhis koymayı, gövdesi karşı büyük grupların temsilcileri arasında bazen yıllar süren bir diyolog kurmayı ve yapraklarla dalları da bu diyaloglarda ortaya çıkan fikirleri ve önerileri halka ve sorumlulara anlatıp barışçıl hareketleri koruyan toplumu ve politik destek bulmayı temsil ediyor.

O toplantılara katılan bir Filistinli’nin öldürüldüğünü ve o zaman ne kadar tehlikeli bir iş yaptığınızı anladığınızı söylüyorsunuz...

Evet. Biz o dönemde genellikle Avrupa’da toplanıyorduk. İlk toplantıdan 3 sene sonra, yani Komite Başkanlığını üzerime aldıktan sonra, Filistinli Arap büyüklerini de bu toplantılara getirmeye başladık. Bu Filistinli katılımcılardan biri Avrupa’daki bir toplantıdan Gazze’ye döner dönmez öldürüldü. Başını kestiler. Yaptığımız işin ne kadar ciddi olduğunu o zaman anladım. Şoka girmiştim. Arap ve İsraillileri bir araya getirmemiz 1986’nın sonuna kadar sürdü. Amerikan Psikiyatri Derneği’nin içinde çıkan organizasyon karmaşıklığı nedeniyle bu proje sona erdi. Projeyi sona erdiren Araplar ve İsrailliler değildi ama.

O Filistinli neden öldürülmüştü peki?
Onu öldürenler de Filistinli Araplardı. Herhalde bizim toplantılara katıldığı için vatan haini olarak görülmüştü. 1986’nın sonunda bu proje sona erdiği zaman ansızın yepyeni bir meslek geliştirdiğimin farkına vardım. Çatışma içinde olan büyük milli veya etnik toplumların psikolojisini incelemek ve barışa gidecek yolları aramak. Eskiden psikanalistler, psikiyatristler veya psikologlar böyle konuları bir odada oturup konuşurlar ve bu konuda teorik yazılar yazarlardı. Ama katiyen alanda çalışma yoktu, yapılmazdı. Bizim 1979’dan 1986’ya kadar yaptığımız yepyeni bir şeydi. Alana inip çalışmaya başladık.

İSRAİL SENTETİK BİR MİLLET

Enver Sedat’ın “Araplarla İsrail arasındaki çatışmanın yüzde 70’i psikolojiktir” sözü doğrumuymuş peki? Nasıl bir sonuca vardınız?

Bu çalışmaların sonunda bu sözün doğru olmadığını öğrendim. Yüzde 99 diye bir oran vermiş olsaydı doğruyu söylemiş olurdu.

Çok büyük bir oran değil mi bu?

Savaşlar psikoloji nedeniyle ortaya çıkmaz. Ancak bir savaş ortaya çıktığı veya iki büyük grup arasındaki çatışma kronikleştiği zaman, politikaya, orduya, ekonomiye, hukuka, her şeye psikoloji ile bulaşıyor. Ve bu büyük bir direnç yaratıyor. Rekresyona giriyor toplumlar ve kendi kimliklerini korumak için mantık dışı şeyler yapıyorlar. O yüzden kronik çatışma içinde olan toplumların psikolojisini anlamadan diplomatik çözüm bulmak imkansız gibi olur. İsrail ile Filistinli Araplar arasındaki durum hâlâ bu.

Bunu biraz açabilir misiniz?
İsrail sentetik bir millet.

Tıpkı Amerika gibi?
Evet. Sağdan soldan birileri geldi bir millet oldu. Bunu biliyorlar, ben söylemiyorum ha sakın yanlış anlaşılmasın, bunu bizzat gördüm, İsrail’in kuruluşunun 50’nci senesinde bu ülkedeydim, beni davet ettiler, merasimler için, bu saptamayı kendileri konuştular. Rusya’dan 1 milyon Yahudi gelmiş, 80 bin siyah Yahudi var ayrıca. Onların tek bir millet olmak için bir düşmana ihtiyacı var. Çünkü paylaşılan bir düşmanı olanlar hep beraber olurlar. Bu çok önemli. Bunu anlamadan İsrail’in neden böyle kronik işler yaptığını açıklamak mümkün değildir. Çünkü en altında bu büyük direnç yatıyor barışın. Buna karşın Filistin ne yapıyor? “Dünyada en büyük yaralanmış millet, en büyük mazlum millet biziz!” diyor. Sen eğer mantıki olarak ortada mazlumiyet yoksa daha rahat edersin değil mi? Ama o zaman ne oluyor? Kimliğini kaybediyorsun. Onun için devamlı dayak yemek için bir şeyler yapıyorlar. Anlatabildim mi? Devamlı bir bomba atarsın, bir füze atarsın, İsrail gelir seni bombalar. Yukarıdaki iki tarafın psikolojisi birbirini destekleyerek çatışmayı çok kronik bir hale getirmiş.

En son Kudüs’ü paylaşalım önerisi gitti İsrail’den... Hemen arkasından dört İsrailli asker öldürüldü...
Evet. Onun için bu mesele çözülemiyor. Aynı şekilde Kürt meselesinde de 30 sene oldu. En sonunda bu psikoloji ortaya çıkıyor her şeyi paramparça ediyor. Ama neyse ki oraya gelmedik Allah’a şükür.

Kürtler ve Türkler bir arada yaşamaya alışmışız, ayrılamayız

Peki Kürt meselesinin yüzde kaçı psikolojik hocam?
Her gün daha da fazlası psikolojik.
Yani daha zorlaşıyor çözmek?
Evet. Çünkü Türkiye’de bugün herkes hangi etnik gruba ait olduğunu hemen her gün farkında. Ama orada kaldı neyse ki daha fenalaşmadı. Ancak daha fenalaşmasının önünü almak, bu gidişi durdurmak gerekiyor. İşte bizim Ekopolitik Derneği’nde Kürt, Türk, ülkücü, solcu kanaat önderleriyle yapmaya çalıştığımız bu...

Peki hocam her gün psikolojik nedenler daha da fazlalaşıyor dediniz...
Evet. Psikolojik nedenlerle savaşa girmezsin ki! Dünyada bir dolu sorun var. Onların biriyle başlıyor sorun ama sorun derinleştikçe, kronikleştikçe bu büyük grup kimliği her yeri boyuyor. Artık bir numaralı şey büyük grup kimliğini korumak oluyor. Tıpkı Filistin’de olduğu gibi...

Yani Kürtler de artık büyük grup kimliğinin farkındalar Filistinliler gibi...
Evet. Daha çok farkındalar. Ama daha başka yerlerde olanlar henüz Türkiye’de olmadı Allah’a şükür.

Ama Cumhurbaşkanı’nın size dediği gibi 20 yıl önce daha kolay çözülürdü, artık daha zor, öyle mi?
Onu öyle düşünmek yerine bir şey yapılması gerektiğini düşünmek daha iyi. Bu yüzden Ekopolitik’in yaptığı gibi çalışmaların gelişmesi lazım... Ekopolitik’in başlattığı süreç tahminimden çok daha hızlı, çok daha güzel gidiyor. Mesela gittikleri yerlerde valilerle konuşuyorlar. İşte buna ağaç modelinin dalları diyoruz. Bu süreci bozmak bir felaket olur. Mesela şimdi Hakkari ve Mersin’de toplantılar oluyor. Bu toplantılarda konuşulan önerilere, fikirlere sahip çıkıyorlar. Çünkü birbirlerini anlıyorlar artık. Mesela geçenlerde en büyük milliyetçiler gitmişler Hakkari’ye... Kürtler’le beraber bir düğüne katılmışlar. Ne güzel... Taş atan çocuklar konusunda önemli adımlar atıldı, biliyorsunuz. Hakkari’ye giden Ekopolitik ekibi içinde Dr. Ayla Yazıcı da vardı. Ayla Hanım bir psikoanalist. Taş atan çocukları inceledi. Önemli olan şey şu; siz bu çocukları bir düşman gibi, fena çocuklar olarak algıladığınız zaman onlara vereceğiniz cevap başka, bu çocukların polise taş atarak psikolojik bir oyunla “canlı” kaldıklarını algıladığınız zaman vereceğiniz cevap başka... Eğer bunu anlatabilirsek toplumda fikirler değişir. O zaman Hakkari’deki insanlar bu çocuklarla başka türlü bir iletişime geçer.

Sabırlı olmak gerekiyor yani?
Evet. Başka türlüsü mümkün değil. Yoksa öldürüyorsun birbirini... Ama tabii 30 yıllık süreci beş dakikada halledebilir miyiz? Hayır.

Peki Kürtler ve Türkler ayrılır mı?
Hayır. Çünkü tarihe bakıyorum, yüz yıllardır, bin yıllardır bir arada yaşıyoruz. Başka türlü bir süreç bu. Bir imparatorluk vardı. Herkes bir arada yaşıyordu. Tabii ki kavgalar oldu ama alışkanlık var. Biz bir arada yaşamaya alışmışız, ayrılamayız. İsrail ve Filistin gibi olmadık, Kuzey İrlanda gibi olmadık... Türkiye’de yeni yeni Kürtler mazlum olduklarını sezip söze koyuyorlar. Şeyh Sait isyanını onların mazlumiyetinin bir sembolü olarak görmeye çalışıyorlar. Bu yavaş yavaş gelişiyor. Ama daha gelişmedi. Onu durdurmak lazım. Onun için Ekopolitik gibi sivil toplum kuruluşlarının yaptıklarını desteklememiz lazım. Hem medyanın hem hükümetin desteklemesi lazım. Toplumun süreçlerini değiştirmek lazım.

Cumhurbaşkanı çok önemli bir rol oynayabilir

Sizin Ekopolitik Derneği ile bir araya gelmeniz nasıl oldu?
Beni Türkiye’de bilen yoktu, Türkiye’de çalışmış biri değildim. Dünyada başka çatışmalı yerlerde çalışmıştım. 2006’da Bahçeşehir Üniversitesi’ndeydim. Ekopolitik’in toplantılarına gittim, onları tanıdım, böyle başladı. Gidip geldikçe dedim ki, “Her türlü düşünen insanı, yani dindar, milliyetçi, Türk, Kürt toplayabilir misiniz?” “Evet” dediler ve gerçekten de bunu yaptılar. Ben dışarıdan geldim. Bunların birkaçını tanıyorum, birakçının ismini duymuşum, gerisini tanımıyorum. Ama ne yapıyorum? 30 seneden beri çatışmalı yerlerde çalışıyorum ve dışarıdan geldiğim için bu insanların arasındaki konuşmaları idare edebiliyorum. Başlarına aralarından birini koysanız olmaz, çünkü hemen iş politikaya dönüşebilir. İşin içine politika girince olmuyor. Onun için ben şuna karar verdim, kimse politika konuşmayacak. Hakikaten de konuşmuyor. Ve ben idare edeceğim konuşmaları. Uzun konuştuğunuzda size “Dur!” diyebileceğim. Hepsi bunu kabul etti. Benim bütün yardımım bu. Mucize oldu. Bu insanlar başladılar birbirlerini dinlemeye, anlamaya... Aman Allahım görseniz ne yanlış fikirler! Biri “Kürtler, politik toplantı yaptığı zaman Türk bayrağı asmazlar” diyor. İnanmış ona... Gazeteler de aynı aktarım içinde tabii. Buna inandığı için, onun için bu gerçek olmuş. Buna biz psişik gerçek diyoruz. Psişik gerçek, gerçek gerçek değil. Ama onu diğerleriyle konuşturduğun zaman, bakıyorsun ki psişik gerçek, gerçek değil. Asıl gerçeği öğreniyorsun. Böyle bir süreç başladı. Mesela “Bunlar ülkeyi bölecekler” diyorlardı. Bir bakıyorsun ki orada Öcalan’ı tanıyan bir Kürt var, o öyle şeyler söylemiyor... Ekopolitik bu konuşmaların hepsini bastı. Belki biraz benim Türkçemi düzeltiyorlar, o kadar. Bu konuşulanları, yapılanları herkes okuyabilir. Ne oldu? Bir yıl ya da 6 ay önce bir toplantıdaydık, bir şaka yaptım, “Ya” dedim “Bu resmi bir toplantı olsa ne Kürt sorunu kalır ne bir şey.” Herkes ciddiye aldı. Ama gerçeklik payı çok yüksek. Her şey için anlaşılıyor. İstedikleri çok basit şeyler çünkü. Bölünmek, ayrılmak değil.
Peki ne?
Herkese özsevgiyi vereceksin, kimseyi aşağılamayacaksın. Sen dersin ki “Ben Kürdüm”, “Tamam bana ne!” Sen dersin ki, “Ben Kürdüm ve Öcalan’ı istiyorum.” “Benim Öcalan’la ilişkim yok, olsun da istemem ama senin varsa bana ne!” Anlaşıldı mı? Sen dersin ki “Ben dine inanırım. Orucumu tutarım.” “Bana ne!” Sen dersin ki, “Ben oruç tutmuyorum. Sana ne!” Bu şekilde bir demokrasi lazım. Herkes özgür olmalı. Demokrasi odur. Yüksek seviyede gelişmiş, rekresyon içinde olmayan bir toplum odur. Oraya yükseltmek lazım demokrasiyi. Yavaş yavaş olacak bu...

ÖZSEVGİYİ ARTIRMAK LAZIM

Hazmede hazmede gidilecek yani?
Evet. Mesela ben Ekopolitik’in bu çalışmalarına Cumhurbaşkanı’nın ilgi göstermesini çok sevindirici karşıladım. Çok büyük bir şey bu. En son biliyorsunuz, 17 kişiyi birden aldım yanıma Ekopolitik’ten, birlikte ziyaret ettik. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın Ekopolitik’in ne yaptığını yakından görmesinin önemli olacağından emindim. Üç saat boyunca herkes konuştu. Cumhurbaşkanı herkesi dinledi, notlar aldı ve gerçekten ben sezdim ki, Cumhurbaşkanı bu konuda çok içten, bir şeyler yapılması gerektiğini istiyor. Bizim de samimi bir şekilde neler yaptığımızı gördü. Dedim ki, Ekopolitik’e, aynı şeyi sorumlu Kürtler’le de yapabilirsiniz. Bizim yaptığımız; gayriresmi bir sivil süreç olarak, Türkiye’de ayrımcılığın ve çatışmaların önlenmesi için, bilhassa aşağılanma duygusunu ortadan kaldırıp özsevgiyi yükseltecek önerilerde bulunmak.

Nasıl?
Ben bütün çalışmalarımda bir teknik geliştirmiştim. Bu teknik psikoanalitik teknikten örnekler kullanıyor. Ben öneri vermem, çünkü ne bileyim senin ne istediğini. Ben sana yardım ederim ki daha gerçekçi bir çözüm bul. Yaşamın için sen seç ne istediğini ama daha gerçekçi olsun, daha uyumlu olsun. Ama ben sana ne yapacağını söylemem, sana söylesem, tavsiyede bulunsam beni dinler misin? Hayır. Bu toplantılarda da katiyen öneride bulunmuyorum. Çünkü biliyorum ki kimse kabul etmez. Ama ne yapıyorum, diyelim ki, bir milliyetçiden öneri çıkıyor, bir Kürt bunu sevmiyor. Ya da bir Kürt öneride bulunuyor Türk bunu sevmiyor. Öneriler ortaya çıkıyor. Ne oluyor, bazı önerileri paylaşıyorlar. Paylaşıldığı zaman bir öneri herkesin önerisi oluyor. Böylece kimse aşağılanmıyor. Mesela diyelim ki, Kürt köyleri var. İsimlerini değiştirmişler. Yeniden eski isimleri verilebilir. Hiçbir Türk bu öneriye “Hayır” demiyor. “Tabii canım” diyor. Yani eğer o öneri hayata geçirilirse hiçbirinde aşağılanma duygusu ortaya çıkmaz.

Peki Cumhurbaşkanı ne yapabilir?
Cumhurbaşkanı’nın Kürtler’de özsevgiyi artırmak için yapacağı çok şeyler var.

Mesela?
Mesela giderim de bir köye bir şey derim ya da birini kucaklarım, ne bileyim! Ondan başlamak üzere neler yaparsınız. Mesela bir Kürt arkadaş dedi ki, Türkiye ile Irak arasında bir sınır var değil mi? Sizin evinizden 15 dakika ötede ama Türkiye dışında amcanız, halanız var. Onlara gitmeniz için 350 kilometre yol kat etmeniz, izinler almanız lazım. Diyelim ki o köyün yanında bir sınır kapısı açılırsa halk rahatlar. Çok basit. Türk milliyetçilerinin hiçbiri buna bir şey demiyor. Böyle küçük şeyler yapılabilir.

Abdullah Gül’de bu sorunları çözebilecek onarıcı bir lider özelliği de görüyor musunuz?
Onarıcı lider bir teknik kelimedir. Ben Gül’ün hayatını incelemiş değilim, o yüzden bunu söyleyemem. Ama Gül’ün karakteri buna uygun. Ebeveyn gibi, herkese karşı yumuşak, tatlı, hürmetle konuşuyor. Onun kimseyi aşağılamadan bir şeyler yapmasının çok mümkün olduğunu sezdim. Bu süreçte çok çok önemli bir rol oynayabilir.

BİTTİ

Mine Şenocaklı'nın röportajı : http://haber.gazetevatan.com/kurt-meselesi-psikoloji-yoluyla-her-alana-yayiliyor/330035/1/Gundem

Viyana'nın yüzde 40'ı Müslüman olacak

Dünyaca ünlü politik psikoloji uzmanlarından Prof. Vamık Volkan: Yeni bir Türkiye ortaya çıkacak!

Dünyaca ünlü politik psikoloji uzmanlarından Prof. Vamık Volkan’a, Kürt-Türk meselesinin nasıl çözülebileceğini soruyorum. Çözümden önce bir saptama yapıyor, sonu zor bir soruyla biten: “Dünyada bambaşka medeniyetler doğuyor. Mesela 10 yıl sonra Viyana halkının yüzde 40’ı Müslüman olacak! Şu anda Berlin’de yaşayan 7 kişiden biri Türk. Sen Viyanalı olsan, Berlinli olsan, içinde hiç ayrımcılık da olmasa bu gidişten huzursuz olmaz mısın?” Cevabım utansam da, “Olurum!” İşte mesele tam da burada Volkan’a göre... Sözün özü; değişime direnseniz de direnmeseniz de değişim olacak! Dolayısıyla Atatürk’ün kurduğu Türkiye de değişecek ve 20 yıl, 30 yıl sonra yepyeni bir Türkiye ortaya çıkacak. Herkesin etnik kimliği tanınacak.” Peki iyi mi olacak, kötü mü? Gülüyor, “O zaman ben ölmüş olacağım, bilemem!”

Girne’deki evine röportaj için gitmemin sebebi Kürt-Türk meselesini farklı bir boyutta ele almaktı. Beni kapıda 77 yaşında, bembeyaz saçlı, mavi gözlerinin içi gülen, sımsıcak biri karşıladı. Kıbrıs sıcağında çıplak ayaklarıyla... Karşımda defalarca Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiş, dünyada politik psikolojinin gelişmesine büyük katkıları olan bir bilim insanı duruyordu. Virginia Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Emeritus Profesörü Vamık Volkan’ı kaçırmak istememiştim, birkaç gün içinde ABD’ye dönecekti çünkü... Bu konuda onunla röportaj yapmam için uzmanlığı yeterdi, ama fazlası da vardı. İki yıldır İstanbul’daki sivil düşünce kuruluşu Ekopolitik Derneği’nin danışmanlığını yapıyor ve Kürt meselesinin diyalogla çözüleceğini her platformda vurguluyor. Geçtiğimiz günlerde dernek temsilcileri olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e çözüm önerilerini sundular. Hem de farklı farklı kesimlerden, solcusu ülkücüsü, dindarı Kürdü, 17 farklı görüşten kanaat önderi...

Dünya liderlerine uzmanı olduğu politik psikoloji birikimini aktararak gayriresmi diplomasi konusunda danışmanlık yapıyor Volkan. Mesela, 1979-1986 yılları arasında İsrail-Mısır-Filistin arasında sürdürülen gayriresmi görüşmelerde yer almış. Virginia Üniversitesi’nde kurduğu bir akademik araştırma merkezinin başkanı olarak dünyadaki pek çok çatışma odağına yönelik araştırmaları var. Öyle masa başından araştırmalar da değil, bizzat gidip o çatışma bölgesinde edindiği izlenimler üzerine oturtuyor araştırmalarını... Örnek mi? Saymakla bitmiyor: Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Rusya’nın Baltık ülkelerinden barışçıl biçimde ayrılması için 7 yıl uğraşmış, Gürcistan-Güney Osetya çatışmasında toplumsal travmalar üzerinde çalışmış ve araştırmalar yapmış. Kitlesel kıyımların yaşandığı Yugoslavya’daki dağılma sürecinde de o sıcak ortamda bulunmuş ve çalışmış. Akademik çalışmalarından ve tüm bu deneyimlerinden süzülüp gelen 50’yi aşkın kitabı bulunuyor Volkan’ın... Tabii ki Türkiye üzerine de pek çok çalışması var.

CIA AJANI DA DENDİ, MOSSAD DA!

Bu kadar çalışması olup, üstelik de Kürt meselesi ve diğer politik kırılma noktaları üzerine çözüm geliştiren bir insan olur da taşlanmaz mı? Denmeyen kalmamış hakkında; CIA ajanlığı, yetmemiş MOSSAD ajanlığı, üstüne bir de MİT ajanlığı... Ergenekon moda ya tabii ki Özel Haprçiliği de esirgememiş kimileri!.. Rumluk, Ermenilik gibi etnik soslu iddialar da cabası... Bir psikoanalist olduğu ve insanların acayip fantaziler geliştirdiğini yakından incelediği için kendine atfedilen ve çok ayıp bulduğu bu saldırılara pek aldırmıyor. Bilimsel birikimi ve tüm dünyada bizzat incelediği çatışmalardan elde ettiği verilerle Kürt-Türk meselesinde saptamalarını açıkça dile getiriyor. “Biz sanki dünya yokmuş gibi hep ‘Türkiye, Türkiye’ diyoruz, olanın bitenin farkında değiliz. Dünyadaki gelişmelerden soyutlayarak Türkiye’deki sorunları açıklamak mümkün değil ki!” diye giriyor söze, sonra birden bana bir soru soruyor; “10 yıl içinde Viyana’nın yüzde kaçı Müslüman olacak biliyor musun?” Soruya cevabım yok, meseleyle bağlantısı hakkında tam bir fikrim de... Devam ediyor; “Tam yüzde 40’ı!” Şaşırıyorum, o yine soruyor; “Sen Viyanalı olsan, içinde hiç ayrımcılık da olmasa, böyle bir gelişme karşısında ne yaparsın?” Cevabımı düşünüyorum, bir yandan meseleyi anlamaya çalışarak... Sıkıştırıyor, “Sana soruyorum, ister misin böyle bir şeyi?” Vallahi yalana hacet yok, “İstemem!” İşte budur mesele der gibi bakıyor ve “Ben de istemem... Ama dünya değişiyor, yepyeni medeniyetler doğuyor. Çatışmalar da kaçınılmaz” diyor. Bir şaşırtıcı bilgi daha geliyor sonra Volkan’dan: “Peki Berlin’de yaşayan her 7 kişiden biri hangi millete mensup?” diye soruyor, bu kez cevabını da kendi veriyor; “Türk!”...

Volkan’a göre şu anda değişim sürecinin karmaşası içinde tüm dünya, her yerde kavga, her yerde öldürme işte bu değişim yüzünden. Sonra önemli bir saptama yapıyor, “Günümüzde dünyada iki temel mesele var, biri etnik kimlik, diğeri ise din”... İşin ne denli vahim boyutlara geldiğini bir örnek vererek hatırlatıyor; “Bundan yıllar önce Ruanda’da da 100 gün içinde 2 milyon insan palalarla doğranarak öldürüldü. Hutular, Tutsiler’i yok etmek istedi. Farklı bir etnik kimliğe sahip oldukları için, hem tarihsel ve hem de fantazi üzerine kurulmuş bir hesaplaşmaları olduğu için...” Bu örneği kendisini de unutmak ister gibi ülkemiz için bir saptamaya geçiyor hemen ardından: “Bizde de çok kötü şeyler oluyor, 30 yılda 30 bin insan öldü. Benim aklım almıyor, bu çatışmanın neden durdurulamadığını... Ama gözümüz yeni yeni açıldı. ‘Bir problem var, bu problemi çözmek lazım’ dedik. Allah’a şükür ki çözüme engel olacak bir noktaya henüz gelmedik.”

İşte bu can alıcı meselenin ayrıntılarını saptadık söyleşimizin ilk bölümünde Prof. Volkan’la... Tünelin ucundaki ışığı yakalamak için... Yarın o ışığa nasıl hep birlikte yürüyeceğimizi konuşacağız...

10 yıl içinde Viyana halkının yüzde 40’ı Müslüman olacak

Eskiden sağcı-solcu vardı. Ansızın bu değişti. Şimdi moda ‘Biz kimiz?’
Siz, “Atatürk’ün geliştirdiği Türk kimliği büyük bir travma ve zaferden sonra geliştiği için bir ağacın kökü gibi tutmuştur. Çok sağlam” demiştiniz. Hâlâ aynı şekilde mi düşünüyorsunuz?

Evet. Bunu yıpratmak uğraşıları olsa da bana göre ağacın kökünü kurutma imkanı artık yoktur. Atatürk yeni Türkiye’de gelişen kimliği, “Türk kimliği” olarak adlandırmış. O zamanın tarihi, durum ve millet ilişkileri bunu gerektirmiş. Yalnız, kurulan çadırın altında yaşayan her vatandaş etnik kimliği ne olursa olsun aynı saygı ve muameleye dahil. Hangi dinden olursa olsun. Ama yeni bir döneme girildi dünyada... Bu iyi mi olacak, fena mı olacak bilmiyorum. Ben öleceğim, bilemeyeceğim ne olacağını. Türkiye kurulduğu zaman moda olan bir millet, bir devlet kurmaktı, onu yaptı Atatürk ve arkadaşları. Dediler ki, “Artık herkes eşit” ve bir cumhuriyet kurdular. O zaman Türk ismi vardı, Kürt ismi yoktu. Çünkü Anadolu’da yaşayanların kimliği Müslüman’dı. Bir tek Avrupalılar bize “Türk” diyordu. Onlardan aldık Türk ismini. Ama yanlış anlaşılmasın, “Türk” demek, “Bütün herkes” demekti. Bu tanım, ayrımcılıkla alakası olan bir tanım değildi. En güzel moda o zaman oydu. Böyle bir cumhuriyetin kurulmasıydı... Şeyh Sait İsyanı’nda, bütün Kürt milletvekilleri Şeyh Sait’e karşıydı. Lozan Anlaşması’nda Kürtler, Türkler’le beraber kalmak istedi. Yıllarca beraber yaşamışlar, o şekilde bir millet kurmuşlar. Şimdi alıyorlar Atatürk’ün imgesini eziyorlar. Şunu görmeleri gerekiyor, onlar o zamana göre yapılan şeyler. Ama dünya değişti. En büyük değişiklik Afrika’da oldu. Çünkü en çok bu kıta beyazların altında ezilmişti. Böldüler, parçaladılar Afrika’yı... “Burası Belçika’nın, burası Fransa’nın, burası İngiltere’nin” diye... Ama sınırları kaldırdığın zaman bakıyorsun ki, senin amcan öteki tarafta. Böylece tüm dünyada “Biz kimiz?” sorunu ortaya çıktı ve yayıldı. Ondan sonra Hindistan’da olaylar oldu, sonra Güney Amerika’da... En son koca Sovyet İmparatorluğu çöktü. 16 devlet ortaya çıktı. “Biz kimiz?” sorusu, iyiden iyiye her yere yayıldı. Eskiden, solcu sağcı vardı. Ansızın bu değişti ve “Biz kimiz”e döndü. Yani Türkiye’de olanlar dünyada olanların bir parçası. Tabii ki kendine özel tarafları da var Kürt meselesinin. Ama 30 sene oldu, 30 bin insan öldü, bir çaresini bulamadık.
Burada bir parantez açabilir miyiz? Peki laiklik-dindarlık bitti mi? Yoksa devam ediyor mu?
İki türlü sorun var dünyada. Birisi etnik kimlik, diğeri din. Aslına bakarsanız bütün dünyada küreselleşmeyle birlikte sorunlar da çoğaldı. Ben sana geliyorum, diyorum ki “Ahmet ben sana şunları veriyorum, sen de benim gibi zengin olacaksın!” İyi güzel de öte yandan Hindistan’da çocukları çalıştırıyorum. Acayip bir dünya oldu. Bu sorunlar sadece Türkiye’ye ait sorunlar değil, tüm dünyaya ait. Ve küreselleşmeyle birlikte etnik kimlik devresine girdik. “Biz kimiz?” diye sormaya başladık... Her yerde etnik gruplar “Biz de varız!” diyor, yeni bir moda çıktı. Bunu daha da karıştıran ne oldu? Tam da bu sırada din işe karıştı. Komünizm ortadan kalkınca, Usame bin Ladin gibi adamlarla dini kimlik ortaya çıktı ve dünya tamamiyle kaosa girdi. Ama belirtmekte yarar var, bu değişimlerin Türkiye’ye yansıması, başka yerlerdekinden daha hafif oldu. Türkiye’de de “Biz kimiz?” devrine girdik. Her grup, “Biz kimiz?” diyor. Benim anladığıma göre, Öcalan da bu işlere başladığında sağcı- solcu işiydi. Sonra “Biz kimiz”e döndü.

Yani dünya da Türkiye de değişecek?
Evet. Ama nasıl değişecek bilmiyorum. Küreselleşme var, okuduğun zaman çok iyi bir şey. Ama psikolojik bakımdan çok tehlikeli bir şey. Neden? Ben geliyorum sana diyorum ki, “Benim gibi ol!” Yani büyük grup kimliği diye bir şey var. Siz birine bağlısınız, bir aşirete, bir şehre, bir dine bağlısınız. Bunlar doğal. Tarihin başlangıcında ne oldu? Tabii ki nasıl olduğunu tam olarak kimse bilemez de, tahmin edebiliriz, ortada bir grup insan var, kadınlar, erkekler, çocuklar var, bir kuş tutmuşlar, yemişler kuşu, kuşun tüyleri kırmızı renkli, onları da başlarına takmışlar, onlar kırmızı grup olmuş, ötekiler sarı bir kuş tutmuşlar, sarı grup olmuşlar... Yani tarihin başından itibaren gruplaşmışız. İnsanlar ayrı ayrı oluyor, dinler ayrı oluyor böyle... Düşünün kaç tane tanrı var! En aşağı 100 tane! Kime gitsen onun tanrısı seninkinden daha iyi. İnsanlar bu şekilde değişmiş. Ama şimdi teknoloji o kadar gelişti ki, yeni bir medeniyet ortaya çıktı. Düğmeye basıyorsun, birisiyle konuşuyorsun ya da bir bilgiye anında ulaşıyorsun. İşte böylece bu “Biz kimiz?” konuları alevlendi. Türkiye’de de içte köylerden kentlere göçler oldu. Köylüler şehre geldi. Politikalar değişti, gelenekler değişti. Bugün Türkiye’de iki sorun var. Bir “Biz kimiz?” sorunu, bir de “din” sorunu... İki soru soruluyor bugün. Biri “Dindar mısın, laik misin?”, diğeri de “Etnik kimliğin nedir?” sorusu... Ama tabii etnik din de olabilir sorun. “Alevi misin, Sünni misin?” gibi... İşte büyük grup kimliği önemli burada... Ama ben Türkiye’de tıbbiyede öğrenciyken, böyle sualler duymuyorduk.

Ben sizden çok sonra okudum. Benim de hiçbir arkadaşıma “Nerelisin?” demek aklıma gelmezdi...
Ben 1974’te tekrar Türkiye’ye döndüm. Bu Atatürk kitabını yazmak için... O zaman Atatürk’ün manevi oğlu Abdürrahim Tuncak’la ve Sabiha Gökçen’le mülakatlar yapıyordum. Kuğulu Park’a yakın bir yerde oturuyordum. Komşum bir profesördü. Benim de arabam vardı. Ama sabahtan beni o götürürdü, gideceğim yere. Ben Atatürk kitabını yazıyorum ya, yolda bir yandan da anlatırdım ona... O Atatürk’ü görmüş çocukken, heyecanlanırdı, sonra o da anlatırdı yaşadıklarını bana. Seneler sonra adamcağız vefat ettikten sonra duydum ki Kürtmüş. Düşünün, hiç konusu bile geçmemiş aramızda...

O da heyecanla anlatırdı Atatürk’ü diyorsunuz? Demek ki bir problem görmüyordu?
Tabii, benden daha fazla heyecanlıydı. Ama bugün öyle değil, artık Türkiye’de her vatandaş büyük grup kimliğinin ne olduğunu bilmek mecburiyetinde.



Neden?
Çünkü her gün televizyonu açıyorsun, işte “Terör oldu, şurası basıldı, şu kadar insan öldür, sen Kürtsün, sen Türksün” bir sürü şey deniyor, herkes farkında. Ama Allah’a şükür henüz ayrımcılık gelişmedi Türkiye’de. Benim en çok korktuğum şey, bu süreç iyi idare edilmezse ayrımcılık olacak. “Sen Türksün, komşun Kürt” diye.



Hangi ülkelerle karşılaştırıp söylüyorsunuz bunu? Siz çok yere gidip araştırma yaptınız... Mesela Yugoslavya ile mi?
Aman, Allah korusun Yugoslavya örneğine benzemeyelim.



Ayrımcılık başlamadı diyorsunuz ya onun üzerine soruyorum.
Mesela ben geçenlerde İstanbul’da bir konferans verdim. Üç gün sürdü, 50 genç gelmişti, psikiyatristler ve psikologlar... Farkına vardım ki içlerinde bazıları Kürt. Ama benim içimde, “Sen Kürtsün” diye hiçbir düşünce yok. Baktım hiç kimsenin içinde de yoktu. Türkiye’de böyle fena şeyler gelişmedi. Mesela Yugoslavya çöktükten sonra Sırbistan’da büyük bir ayrımcılık geliştirdiler. Planladılar bunu... Milosoviç’le, kilise adamları ve akademisyenler bir araya geldiler ve dediler ki, “Biz Sırpız!” Sanki Kosova Savaşı dün olmuş gibi bir ortam yarattılar. O zaman benim arkadaşlarım vardı Virginia Üniversitesi’nden, elçilikte çalışıyorlardı, onları Sırplar yolda tutuyorlarmış, “Siz Türksünüz, bizi istila edeceksiniz yarın. Peki ama niye?” diyorlarmış. Düşünün ne delilik! Boşnaklara, “Türk” dediler, öldürdüler... Genositler oldu. Allah’a şükür biz orada değiliz, fakat oraya gitmememiz için bir şeyler yapmamız gerekiyor. Türkiye’de herkes “Biz kimiz?” diyor ve bugüne kadar on binlerce insan öldü. Kaç Türk annenin, kaç Kürt annenin çocuğu öldü. Eğer bugün 30 bin kişi öldüyse ve onların aileleri, yakınları yas içindeyse, ki onların sayısı en az 2 milyondur, 5 milyondur, belki 10 milyondur. Demek ki biz 10 milyon kişiye kişisel olarak etki yapmış bir süreç içindeyiz. Bu mesele kronikleşti de çok defa sanki farkında değilmişiz gibi hayata devam ediyoruz. Ben dışarıdan geldiğim için daha çok farkına varıyorum.

Öcalan da bu işlere başladığı zaman sağcı-solcu işiydi. Sonra ‘Biz kimiz’e döndü

Alıştık yani bu sorunla yaşamaya öyle mi?
Tabii...

Peki hocam biz bir arada mı olacağız bundan sonra da? Yani o sizin son kitabınızda bahsettiğiniz Atatürk’ün oluşturduğu büyük şemsiye altında mı olacağız, yoksa değişecek mi bu yapı?
Dediğim gibi Atatürk’te ayrımcılık diye bir şey yoktu. O, zamanının en iyi modelini aldı. Şimdi modeller değişti.

Yeni modeller neler?
Yeni modellere göre herkese, her küçük gruba hürmet edeceksin, böyle bir süreç var. Bu iyi bir şey ama... Mesela, çok basit bir misal. Bilmiyorum siz hiç Viyana’da yaşadınız mı?

Üniversitede öğrenciyken birkaç gün kalmıştım... Üzerlerinde tuvalet ve fraklarla operaya giden insanları görünce çok şaşırmıştım...
Ben Avusturya’nın Freud yılının, 2006’da psikoanaliz temsilcisi seçilmiştim, dört ay orada kaldım. Bildiğiniz gibi orası da imparatorluktu. Ama onlar çöktüğü zaman, onların Atatürk gibi karizmatik ve onarıcı bir liderleri olmadığı için başları daha beladaydı. Bizim karizmatik bir liderimiz olduğu için hiç olmazsa özsevgimiz artmıştı. Avusturya halkı ise paramparça olmuştu. Öyle olduğu halde, Avrupa medeniyetinin başkenti olmaya devam etti Viyana. Müzeye gitmeye gerek bile yok, her yer sanat eseri. Ama şimdi bir şey diyeceğim size, istatistiklere göre, 10 sene içinde Viyana halkının yüzde 40’ı Müslüman olacak.
Gerçekten mi?
Evet. Bu gerçek bir gerçek...

Peki şimdi ne kadarı Müslüman?
Bunu da ben bilmiyorum... Ama 10 yıl içinde Viyana halkının yüzde 40’ı Müslüman olacak.

Oradaki Türk nüfustan ötürü mü?
Evet. Sen şimdi Viyanalı olsan, içinde de ayrımcılık olmasa böyle bir şeyin geliştiğini bilsen ne yaparsın?

(Duraksıyorum, ne diyeceğimi bilemiyorum)

Sana bir sual soruyorum. Viyanalı olsan sever misin, ister misin?
İstemem...

Ben de Viyanalı olsam istemem. Küreselleşme diye bir şey oldu. İyi güzel de, onunla birlikte yeni bir medeniyet doğdu. Bu yalnız Türkiye’de değil her yerde etkisini gösteriyor. O yüzden yeni yollar bulunacak. Herkesin etnik kimliği tanınacak. Bir zamanlar karşı çıkanlar da, “Bana ne bundan! Sen ne istersen o olsun” diyecekler. 10 sene, 20 sene, 50 sene sonra... Öyle bir halk ve öyle bir Türkiye olacak. Mecburuz buna. Anlaşıldı mı? Bu ne iyidir, ne fenadır ama. Başka türlü bir şey. Çünkü dünya değişiyor.

Değişime de çok fazla direnemeyiz...

Hayır. Onun için bunu bilerek bir sürece gitmemiz lazım. Başka bir şey daha soracağım. Berlin’de her 7 kişiden birisi hangi etnik gruba bağlı? Türk! Bakın, her 7 kişiden birisi, Berlin’de!

Türklerin çok olduğunu biliyordum ama bu rakamı da bilmiyordum...

Yani diyeceğim, değişim sadece Türkiye’de yaşanmıyor. Biz ne yapıyoruz, sanki dünya yokmuş gibi, “Türkiye, Türkiye” diyoruz. Viyana’nın yüzde 40’ı Müslüman olacak. Şimdiden, şu günden itibaren... Berlin’de de her 7 kişiden biri şimdiden Türk. Yani bambaşka bir dünya oluşuyor artık. Başka türlü medeniyetler ortaya çıkıyor. Başka türlü de ilişkiler olacak. Kimlikler, etnik ilişkiler başka türlü olacak. 10 sene sonra, 20 sene sonra, 50 sene sonra, her şey başka türlü olacak. Şu anda karman çorman... Her yerde kavgalar var, öldürmeler var. Ruanda’da neler oldu? 100 gün içinde 2 milyon kişiyi öldürdüler. Çok kötü şekilde... Türkiye’ye baktığın zaman da çok kötü şeyler oluyor. Benim aklım almıyor bunu niye durduramadıklarını... Ama yeni yeni gözümüz açıldı. Ha dedik, bir problem var ve askeri yönlerin ve politikanin ötesinde buna bakmamız lazım. Anlaşıldı mı? Allah’a şükür, çözüme engel bakımından kötü bir noktada değiliz. Ekopolitik Dernegi gibi sivil kurumların Kürt sorunu için yaptıklarının önemini halka açıklamamız gerekiyor. Yağmur da yağsa, kar da yağsa, güneş de açsa sistematik ve sürekli olarak sivil toplum girişimlerinin devam etmesi için bir ortam hazırlamalıyız. Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Sayın İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile konuştuğumuz zaman bunu vurguladık. Benim Ekopolitik Derneği ile çalışmam böyle bir ortamı hazırlamak üzerinedir.

Mine Şenocaklı'nın röportajı : http://haber.gazetevatan.com/Haber/329766/1/Gundem

1 Ağustos 2010 Pazar

Vamık VOLKAN : Öcalan ve siyasiler sussun

Öcalan ve siyasiler sussun siviller konuşsun


Politik psikoloji uzmanı Vamık Volkan, son dönemde yaşanan 'açılımı' değerlendirdi.





Politik psikoloji denince dünya çapında akla gelen ilk isim Prof. Dr. Vamık Volkan. Yıllardır çalışmalarını ABD'de sürdüren Volkan birçok çatışma bölgesindeki sorunlar üzerine çalıştı, dünyadaki politik krizlere çözümler üretti.



Akşam gazetesi yazarı Nagehan Alçı, Volkan'ı bu hafta bir dizi konferans için geldiği Türkiye'de buldu ve Bayramoğlu'nda söyleşi yapmak için buluştu..



Gerçi her zaman 'olağanüstü hal' havası sezilen bir ülkede yaşıyoruz ama son günlerde bu hal tavan yaptı sanki. İnegöl ve Dörtyol'daki olayları 'grup vandalizmi' ile açıklayabilir miyiz?

Ölümler, saldırılar karşısında halkın kutuplaşması ve bu olaylara cevap vermesi çok doğal. Çünkü bu gibi facialar 'büyük grup kimliği' adına yaşanıyor. Kişisel bir bağınız olmadan, kimlik adına öldürmek incelenmesi gereken bir şeydir.



Nedir adi cinayetten farkı?

Büyük bir çadır düşünün. Herkesi kapsayan bir çadır. O çadırı meydana getiren unsurlara saldırı gibi algılanıyor kimlik saldırıları ve bu nedenle çadırın altındaki herkesi etkiliyor. Bütün çadırı sallıyor.



Çadırın sallanması nasıl bir etki yaratıyor? Bu etki herkeste aynı değil herhalde...

Farkında olun ya da olmayın, büyük grup kimliğiniz her zaman sizinle beraberdir. Günlük hayatta bakın, sağda solda Türk bayrağı görürsünüz. Türklük bilinçaltınıza işlemiş. Bilseniz de bilmeseniz de o kimliğin altına giriyorsunuz, bu bazen diğer kimliklerinizden daha kuvvetli oluyor. Mesela yalnızca üzerimdeki elbiseye baskı olsa bir tek ben hissediyorum ama üzerimdeki çadıra olunca milyonlarca kişiyle aynı duyguyu paylaşabiliyorum.



Bu durumda 'biz' duygusu 'ben'in önüne mi geçiyor?

Evet.



Ama 'biz' karmaşık bir kavram. Türkiye'de 'biz' kimi işaret ediyor? Türklere, Kürtlere 'Türk' adı altında biz dediler, şimdi iki ayrı 'biz' olma savaşı mı veriliyor?

Atatürk kitabını 'Atatürk Anatürk' olarak iki ay içinde yeniden çıkarıyorum. Orada da anlattım. Bu meseleler yeni değil. Osmanlılar geriledikçe kimlik meseleleri ortaya çıktı. Yeni Türkiye doğduğu zaman Osmanlı'nın devamı ama yeni bir kimlik geliştirilmek isteniyor.



O kimlik de Türk kimliği...

Evet Türk diyorlar ama bu Türkiye'de yaşayan herkesi kapsayan bir kavram. Atatürk'ün kesinlikle ayrımcılıkla ilgisi yok.



ATATÜRK O DÖNEM İÇİN EN DOĞRUSUNU YAPTI



O zaman neden daha kapsayıcı bir kavram kullanmıyor? Neden herkese Türk, bu vatana Türkiye diyor?

Bunu Atatürk demiyor. O dönem bütün dünya öyle diyor. Türk ismi Avrupa kökenli. O dönem Batı bize Türk diyor. Üstelik o dönem mesela Kürtler Türk diyorlar kendilerine. Türkler ise daha çok Osmanlı diyor. Atatürk o zaman için en doğru şeyi yaptı. Farklı bir şey yapamazdı.



Türkiye yerine Anadolu Cumhuriyeti denseydi, daha kapsayıcı olmaz mıydı?

O dönem bu kimin aklına gelirdi? Türk ve Türkiye demek doğaldı. Türkiye denecek, herkes eşit olacaktı.



Ama olmadı. Bazıları bu vatanın diğerlerinden daha çok sahibi olduğunu düşündüler. Kürtlere verilip tutulmayan sözler, Müslüman olmayan nüfusun sistematik bir şekilde ihraç edilmesi... Bugün en büyük sorun insanların kendini eşit hissetmemeleri değil mi?

Bugün gelinen noktayı sadece kendi içimizdeki gelişmelerle açıklayamayız. Her şey birbiriyle bağlantılı. Dünya değişti. Globalleşme ile birlikte 'biz kimiz?' soruları çıktı. Bütün dünya her gün 'ben kimim?' diye soruyor. Bunu Afrika ateşledi. Batılılar Afrika'dan çekildiği zaman ansızın 'ben kimim?' diye sormaya başladılar. Bunun yanında Hindistan'dan İngilizler çekildi, orada da olaylar oldu. Sovyet imparatorluğu çökünce de keza öyle. Yani bu bütün dünyada olan bir şey. 'Türk müsün, Kürt müsün'ü durdurmanın imkanı yok. Ve yeni modaya göre 'biz kimiz' diye soran herkese hürmet etmemiz lazım.



Nasıl oldu da bu tartışmalara globalleşme hız verdi? Globalleşme insanları birbirine benzeten bir olgu. Bu çelişki değil mi?

Globalleşme herkes eşit, hür olacak diyor. Ütopya. Yararlı tarafları da var ama fena tarafları da var. Kıbrıs'ı düşünün. Yeni bir millet kurun deniyor. Yunansan, Rumsan arkanda bir geçmiş varsa bırakıp Kıbrıslı olur musun?



KONUŞAN, BİRBİRİNİ ANLAYAN ÖLDÜRMEZ

Artık eski Türkiye'ye dönemeyiz dediniz. Yeni Türkiye nasıl olacak? Türkler, Kürtler ve diğer halklar beraber yaşayabilecek mi?

İdeal olarak yaşamalarına izin var. Kürt, Kürt olduğunu sezecek, Çerkez de öyle, Laz da öyle.. Atatürk'ün dediği gibi herkes hürmette eşit bir cumhuriyette yaşayacak, ama sen Türsün, o Kürt bana ne!



Bunun gerçekleşmesi için Türklerin üstün olduğu inancının yok edilmesi lazım. Bu nasıl olacak?

Katılmıyorum. Kaç Türk üstün olduğunu düşünüyor? Kürtler mi Türklerin üstün olduğunu düşünüyor? Olan, işin içine terörizmin girmesi. Terörizmi bitirirsek her şey farklı olur.



Nasıl bitiririz?

Çok basit. Ben seninle konuşursam seni öldürmem. Sen beni anlayacaksın, ben seni. Ben seni vurursam kiminle konuşacağım? Türkiye'de konuşma gelişmedi. Şimdi onu yapıyoruz.



Ne yapıyorsunuz?

Ekopolitik diye bir grup var. Bir buçuk seneden beri beraber Hakkari'ye gidiyorlar, düğünlere gidiyorlar... Türk şarkıları, Kürt şarkıları söylüyorlar... Orada halkı görüyorsun, PKK'yı değil.



PKK ve halk ayrımı doğru bir ayrım mı?

Tabii ki.



Bence değil. PKK uzaylılardan oluşmuyor ki! Güneydoğu'da birçok evden dağa giden var. Çok iç içe geçmiş..

Evet buna mecburlar çünkü konuşma yok. 4 Demek ki dağa çıkan da halk. Somut öneri gerekmez mi? Konuşmak diyorsunuz. O insanları dağdan indirmek için kim konuşacak?

Bizim Ekopolitik grubundan birisi. Sorun meselenin hep üst perdeden çözülmeye çalışılması oysa bizim gibi gruplar, adım adım ölçek ölçek çözecekler.



Konuşmak önemliyse konuşacak çok insan var. Mesela Öcalan bazı Kürtler üzerinde tanrısal etkiye sahip. O konuşsun mu?

Hayır! Sen Kürt'sen, Öcalan ile konuşuyorsan ve onun fikirlerini bana getiriyorsan tamam. Ama ben Öcalan'ı muhatap alırsam o bir yere gitmez. Türkiye'nin büyüklerini de almıyorum. Başları getirirsen o zaman siyasileşir. Siyaset karıştırmadan çözmek lazım.



Türk tarafından kimler olmaz?

Başbakan, cumhurbaşkanı, dışişleri bakanı olmaz.



ÇATIŞMA TEHLİKESİ DAHA DA ARTTI

Hükümetin çalışmalarınızdan haberi var mı?

Tabii ki. Bizim çalışmalarımız açılım sürecinden önce başladı. Hatta Beşir Atalay toplantılarımızdan birine geldi. Ona bu tekniği üç buçuk saat anlattım.



Ama bambaşka bir yol izlendi açılımda. Hükümetin öngördüğü şekilde bir sürecin çözüme götürmeyeceğini görüşmelerinizde söylediniz mi?

Hükümet beni ilgilendirmez.



Ama açılımın istenilen sonucu vermediğini kabul ediyorsunuz, değil mi?

Politika bir gerçektir. İktidarda kalma, oy meselesi. Bunları bir kenara bırakıp felaketi önlemek için politika dışında çözüm bulmaları gerek.



Açılım sürecinin başlangıcında Beşir Atalay'a 'Türkler ve Kürtler arasında ırksal bir çatışma yok ama böyle bir tehlike var' demiştiniz.

Bu tehlike daha da arttı. Yayılmasını önlememiz lazım. O dönem Sayın Gül'le de konuşmuştum. Belki yeniden konuşacağım. Hem Türkçülük hem Kürtçülük ama o akımların temsilcileri benim odamda karşılıklı konuşabiliyor. Ben onları konuşturduğumda anlaşabiliyorlar!



AÇILIM YANLIŞTI ÇÖZÜM DİPTEN GELMELİ

O zaman Başbakan'ın başlattığı açılım baştan yanlış mıydı?

Evet, bu sivil bir şey olmalı! Mesela bizim grubun içinde Türk ocaklarının şefi var, dindar bir Kürt var, MİT'in eski ikinci adamı var... Her türlü farklı düşünen insan bir odaya geliyor. Türkiye'nin bir laboratuvarı oluyor.



Yani bu işin çözümü dipten yukarı olmalı diyorsunuz.

Evet ama dip derken lafı geçer kişiler bir araya getirilmeli. Siyasi değil ama tanınmış kişiler. Bizde Murat Belge de var, Özdem Sanberk de...



Türkiye'deki Kürt sorununu çözmek kolay mı?

Çok kolay! Yine bizim çalışmadan örnek vereyim. Hakkari'de, Mersin'de çalışma grupları var. Şimdi Kayseri ve Ordu'da yapmak istiyorlar.



Yıllardır hükümetler Kürt sorununu çözemedi siz Ekopolitik diye bir grubun bu sorunu çözebileceğini mi söylüyorsunuz?

Evet ama desteği olursa. Bunun için konuşmalar yapıyoruz.



Bugüne kadar Türklük üst kimlikti. Bunda ısrar edebilir miyiz?

Üst kimlik ne demek? Ben Çerkez'sem, öz sevgim Çerkez ise üst kimliğim de Çerkez'tir.



Benim bahsettiğim 'Amerikalı' gibi bir üst kimlik...

Zaten Türkiye kurulduğunda Kürt Türkiyeliydi, ismi Türk de olsa. O fikirle kurulmuş, kelime değiştirerek mucize aramayalım. Daha önemli noktalar var. Mesela kendi dillerinde şarkı söylemek, kendi lisanlarındaki yer isimleri...



Bunların yanı sıra bölünme de istiyor mu Kürtler?

Hayır, bazıları istiyor tabii ama orantısı az. Hürmet istiyorlar yahu! Bundan basit bir şey yok!



Türkiye'deki tek kimlik çatışması Türklük ve Kürtlük üzerinden gitmiyor. Laik-Müslüman, Alive-Sünni çatışması da var. Bunların içinde en derini hangisi?

Tabii ki Kürt sorunu! Çok büyük bir yas var orada.

Kaynak:http://www.ensonhaber.com/ocalan-ve-siyasiler-sussun.html

26 Temmuz 2010 Pazartesi

ERDOĞAN NEDEN AĞLIYOR

Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısı sırasında 12 Eylül’de idam edilen devrimci ve ülkücü mahkumların son mektuplarını ve o dönemi anlatan şiirleri okuyarak ağlaması büyük yankı buldu.
Konuşmayı en sert tepkiyi gösteren isim MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli idi. Bahçeli konuşmasında şunları söyledi: “12 Eylül 1980 askeri darbesinde darağaçlarında ve işkencelerde hayatlarını kaybedenlerin hatıralarına sığınan Başbakan’ın hem ülkücü hem de devrimci özelliklerini bugüne kadar içinde gizlediği bu vesileyle anlaşılmıştır. Ancak, bunu otuz yıl nasıl sakladığı, bu bastırılmış duyguların ruhunda nasıl bir tahribata yol açtığını tam olarak anlaşılamamıştır. Psikiyatrinin alanına giren bu ilginç durumun konunun uzmanlarınca incelenmesi yararlı olabilecektir.”
İşte Odatv bu sözlerden hareketle konuyu uzmanına sordu. Ünlü Psikiyatrist Cemal Dindar Odatv için Erdoğan’ın ve AKP’lilerin neden bu kadar çok ağladıklarını değerlendirdi. Dindar, Başbakan Erdoğan’ın psikobiyografisini yazdığı “Öfke ve Biat” isimli kitabıyla da biliniyor.
İşte Cemal Dindar’ın o yazısı:
Türkiye’nin ruh hali ya da
Bir AKP fantezisi olarak toplu ağlama seansları
Son zamanlarda dozu giderek arttı; yalnız Başbakan, bakanlar, milletvekilleri değil AKP ile parlamış ve parlatılmış kim varsa söze başlamadan önce bir ‘hislenme’ haline giriyor. Sözün içeriğini ezen, en azından onun önüne geçip kelimeleri kendi rengine boyayan bir doruk-duygular manzumesinden söz ediyoruz.
Geçenlerde Bülent Arınç, sanırım CNN’di, soru sormaya neredeyse özür dileyerek başlayan gazetecilerle sohbet programındaydı. O denli danışıklı bir sahne kurulmuş ki, bu danışıklılık hali Bülent Bey dışındaki herkesi acemi oyunculara dönüştürmüş. Sürekli bir sürçme hali. Bülent Bey’de ise yine yukarıda sözünü ettiğimiz bir duygu ifadesi. Fakat tuhaf bir paradoksla… Acayip büyüklenmeci, yine de her an bir doruk duygu seline kapılmaya hazırlıklılık… Moderatörün son sözlerinde sahnenin yalan yüzü, Gerçek birden belirdi:
Moderatör: “Sayın Cemil Çiçek’e programımıza katılıp açıkyüreklilikle sorulara cevap verdiği için…”
Bülent Arınç: “Benim adım Cemil Çiçek değil…”
Son sözleri tam hatırlamasam da, eksiği var fazlası yok, bunlar oldu.
BELAGAT ŞEHVETİ
Televizyonda iktidar aşkıyla söze başlayan gazeteci veya akademisyenlerin belagatlarına dikkat edelim: söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığıyla değil, o sözleri söylerken dinleyene boca ettikleri duygunun paylaşılıp paylaşılmadığıyla daha çok ilgililer. Sözün içeriği boşaltıldığında Gerçek yüzeye kaçar… Artık ne söyledikleri değil, nasıl söyledikleri önemlidir.
Bir zamanlar, Ertuğrul Özkök, Başbakan’ın retoriği için ve tam da bu durumun tarifi olarak ‘belagat şehveti’ demişti.
Siyaset ruhsallığı, daha ötesi toplum ruhsallığı açısından çok ilginç bir süreç yaşıyoruz. Bu süreci ruhsallık üzerine düşünenler için ilginç kılan temel niteliklerine değinmeden önce birkaç anahtar tezi paylaşalım:
Freud’un, neoliberalizmin yedek gücü haline getirilmiş politik psikoloji metinlerinde hemen hemen hiç sözü edilmeyen “iki psikoloji” tezi olup biteni anlama konusunda giderek önemli hale geliyor. Freud “Başlangıçtan beri iki tür psikoloji vardır: şefin psikolojisi ve sürünün psikolojisi” diyor. Günümüzde de toplumlara bakarken hegemonlarla, yönetilenlerin aynı ruhsal süreçlerle eylemediklerini görmek, hegemonla bu hegemonyaya maruz kalan gurupların ruhsal-dinamik etkileşimlerine odaklanmak yerindedir.
Bu etkileşimde ve toplulukların, toplumların sürüleştirilmesinde Şef’in kendi büyüklenmeciliğini topluluğa yansıtması, 12 Eylül’den beri yeni sağın amentüsü olmuş şu meşhur “yüce millet” söylemi, ve burdan geçerek şef ile kurulan hipnoid/yatıştırıcı/baştan çıkarıcı bağ anahtar işlev üstlenir.
Toplum bir kez bu bağa tutulduğunda, hipnotize edildiğinde, buna ‘akıl tutulması’ da diyebiliriz, ilk çöken yapılardan biri toplumsal bellektir. Bu hipnoid bağın maya olduğu ve “geçmişte yaşananların, şimdi deneyimlenenin ve gelecek tahayyülünün” aynı anda varolabildiği, daha ötesi birbirinin yerini aldığı bir duygulanma-düşünme biçimi, kısaca gerçeklik duygusunu-bilincini işgal eden bir fantezi egemen hale gelir. Bu fantezinin temel düzeneği de algılanan hemen her şeyi abartılı bir duygu eşliğinde ayırmaktır. Kişiler, durumlar, şeyler olumlu-olumsuz özellikleri olan gri bütünlükler olarak değil de haz vericiyse tümden iyi, acı vericiyse tümden kötü olarak ruhsal yapıya katılır.
Bireyin ruhsal gelişimi sırasında bu “iyi ve kötü” parçaları bütünlemesi, gerçeklik ilkesinin rehberliğinde ve belli ruhsal savunma düzenekleriyle sözünü ettiğimiz fanteziyi, ona eşlik eden doruk duyguyu dönüştürmesi beklenir.
Freud’un ‘iki psikoloji’ tezinden yola çıktık. Bir halk, şiddetle bastırılıp türdeş bir kitleye dönüştürüldüğünde Şef ile hipnoid aşk haline hazır topraklar da o denli güçlenir. Bu hipnoid bağın şiddeti yalnız gurubun ruhsallığını değil liderin ruhsallığını da giderek Şef-sürü ilkselliğindeki yapılara yaklaştırır. Dünya tarihi lider despotizmi arttıkça, yani lider Şef haline dönüştükçe, onun doruk-duygu dışavurumlarının da sıklaştığının, şiddetlendiğinin örnekleriyle doludur.
Bu kuramsal parantezi nesne ilişkileri kuramının öncüsü Otto Kernberg’in deyişiyle bitirelim: “Küçük, yapılanmamış gruplarda ve hatta daha da fazla olmak üzere yapılanmamış büyük gruplarda, sıradan toplumsal rolleri geçici olarak devre dışı bırakan kişilerarası davranışlar, bazen korkutucu biçimde, bastırılmış dürtülerin ilkel içeriklerini, tüm grubun paylaştığı fanteziler ve davranışlar şeklinde etkinleştirebilir.”
Parti – içi demokrasinin yerini şefe sınırsız biatın aldığı siyasi partileri de Kernberg’in ‘yapılanmamış büyük gruplar’ından sayamaz mıyız?
RUHSALLIK DERSLERİ
Gelelim şu bir haftanın verdiği ruhsallık derslerine:
Bir: ‘One minute’ vakasında da aynı şey olmuştu; ‘sahicilik-samimiyet’ sorgulamasına girişilmişti. Akif Beki’nin ‘Harfler Erdoğan’ı Anlatıyor’ çalışmasını anımsayalım. Ta başında ‘seçilmiş lider’ fantezisi ile yola çıkmış, oradan muhteşem-korkunç bir eleştirilmezliğe ulaşmış birinin eylem ve duygularını samimiyet-sahicilik sınamasına tutmak, yukarıda sözünü ettiğimiz Şef psikolojisinden bihaber olmak anlamına gelir. Şef ruhsallığı, demek, Freud’un deyişiyle, “başkalarını sadece kendi ihtiyaçlarına hizmet ettikleri ölçüde sevmek’le mümkündür. Ve samimiyeti sorgulanacak olanlar Şef değil, ona bağlı olan gurup üyeleridir. Tayyip Bey’in özellikle ‘açılımlar’ sürecinde toplumsal gurup ve kişilerle ilgili; “herkes için ‘hep-iyi’yi isteyen, fakat etrafı bir türlü bunu anlamayanlarla çevrili’ bir ‘iyi ebeveyn’ retoriği tutturması da bu açıdan dikkate değerdi.
İki: Liderin toplumsal bir ritüelin parçasına dönüştürülmüş öfke dışavurumu veya ağlaması, yukarıda sözünü ettiğimiz hipnoid baştan çıkarmanın ana dinamiklerinden biri. Bu tür eylemlerden sonra grubun yönlendirilmesinin kolaylaştığı, bulaşıcı bir telkine açıklığın ortaya çıktığı biliniyor. Özellikle Liderin despotizme- Şef haline, toplumun bir kütleye dönüşmesinde, dönüştürülmesinde anahtar işlev toplumsal gerçekliğin yerini alan şefin arzu ve isteklerinin biçimlendiği fantezilerdir.
AKP’nin ilk yılları. Neredeyse koşulsuz destek veren neoliberaller de bir yandan AKP ve liderinde bir demokrasi ve özgürlük temsilcisi görüyorlar, bir yandan da Tayyip Bey’in öfke dışavurumlarına bir anlam veremiyorlardı. Sanırım Cengiz Çandar’dı; “Başbakanlık, siyasi psikanaliz mevki değildir.”, diye yazmıştı. Siyasi psikanaliz… O demokrasi lafazanlığının nihai ulaştığı noktadayız.
Üç: Türkiye, son birkaç yılda çok daha belirgin çizgilerine kavuşmuş bir AKP fantezisi ile yönetiliyor. Yeni bir toplumsal sözleşmenin adımları olarak görülmesi talep edilen ‘açılımlar’ın da, ‘açılım’a maruz kalmış hemen her toplumsal grubu bu fanteziye katma hamlesi olduğu şimdilerde iyice belirginleşti. AKP ve liderinin, kendi bünyesine katmadığı, yani kendi söylemine bir şekilde boyun eğmemiş olan kişi veya gruplara herhangi bir muhabbet duyduğuna dair işaret görülmüyor. 12 Eylül’ün idam ettiği gençlere ağlama seansı da tam böyle bir kötüye kullanım ile yaşandı. Şöyle diyebiliriz; 12 Eylül zindanına-içeriye alıp yoketti, AKP retoriği bunu kendi söyleminin içerisine alarak yapıyor. Kenan Evren’in baskı aygıtlarıyla yaptığını, Özal’dan Tayyip Erdoğan’a uzanan yeni sağ çizgi, ideolojik aygıtlarıyla yürütüyor.
Dört: 12 Eylül 1980 tarihini 24 Ocak 1980 ile birlikte düşünüp ideolojik devamlılığını böyle anladığımızda, 12 Eylül 2010 tarihi, AKP’nin ileri sürdüğü gibi 12 Eylül ile hesaplaşma günü değil, bu otuz yılda AKP ile şahikasına kavuşmuş bir süreci kutlama referandumuna dönüşüyor.
Beş: Tayyip Bey’in ve birçok AKP’linin şansı, bir siyasetçi olarak bahtı 12 Eylül’dür. 12 Eylül ile hesaplaşması için kendi bahtlarını tartışma konusu yapmaları gerekir. Yukarıda sözünü ettiğimiz fantezinin gereği olarak 12 Eylül referandumu geçmişle ilgili değil AKP’nin gelecek tahayyülü ile ilgili bir oylama olacaktır.
Altı: Kişisel öyküsünden biliyoruz. Tayyip Bey çok kısa sürmüş hapisliğini bir dinsel söyleme, Yusufiye, dönüştürmüş, bu söylencenin verdiği büyüklenmeciliğin bir gereği olarak da o kısa hapisliği merhum Adnan Menderes’in idamıyla kıyaslayabilmiştir. En küçük cezaları ölçüsüz bir şekilde hissetmek ve anlatmak… Yine kendi anlattıklarından biliyoruz; Reis Kaptan, denizcilerin cezalandırma biçimlerini ev içinde uygulayan biri… Beş altı yaşlarında tavana asarak cezalandırıyor… O gözyaşları bir de bu nedenle 12 Eylül ile ve idam edilenlerle hiç ilgili değil. Zira muktedirlerin kendisinden geçerek ötekinin acısına temas ettikleri nerede görülmüş? Onlar hele de “üç koyun gütmeyi beceremeyenler”se…
Yedi: Önce ‘kimsesizlerin kimi’ vardı… Sonra ‘ durmak yok, yola devam’ geldi… Peki şimdi? Söz bitti. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en büyük risk, siyasetin jestlere, beden diline teslim olmasıdır. Başbakan’ın öfkesinden, silahların tekrar kelimelerin yerini almasına değin… Başbakan’ın sık sık doruk-duygu dışavurumlarının bir nedeni de budur; Şeflik yoluna girmiş her liderin kendisinin de sözün dışına savrulması… İnsanlığın binlerce yıldır ana tarifi olarak biriktirdiği toplumsallığının, şeflere alçakgönüllü itirazı…
Cemal Dindar
kaynak: http://www.odatv.com/n.php?n=erdogan-neden-agliyor--2207101200

9 Temmuz 2010 Cuma

Dikkat! Bu bir okur yorumudur!‏

Keşke her yorum böyle olsa...
yolcuyumburalarda - 09/07/2010 19:41:16
Not:Yorumlarım neden yayınlanmıyor lütfen bu gerçekoğlu gerçeği yayınlayında tarafsızlığınızı kanıtlayın? BİLİNEN TARİHİN BİLİNMEYEN YANLARI Hitler, dünya tarihindeki gelmiş geçmiş en faşist ve psikopat lider olarak bilinir. Çoğu kişi Hitler'i şizofrenin eşiğinde olan, fanatik Alman milliyetçisi psikopat bir lider olarak tanır, ancak gerçekte hiç kimse Hitler hakkında bildiklerinin kendilerine anlatılan resmi tarih senaryosundan başka bir şey olmadığını bilmez. Hitler, hakkında en çok komplo teorisi uydurulan tarihi liderlerden (kuklalardan) birisidir. ABD'de sivri çıkışları ve dürüst kişiliği ile tanınan Texas Üniversitesi tarih profesörlerinden Texe Marrs'ın 2007 Mayıs'ında çıkan kitabının adı Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları. Kitapta 1- Dünyayı yöneten Yahudi ailesi: Rotschild 2- Osmanlı devletinin planlı olarak nasıl dağıtıldığı 3- Arap birliğinin nasıl parçalara ayrıldığı 4- 1.Dünya Savaşı 5- Kukla Diktatör Hitler 6- 2.Dünya Savaşı 7- İsrail devletinin kuruluşu 8- Kennedy Suikastı 9- MOSSAD suikastları 10- 11 Eylül saldırıları olmak üzere 10 bölüm yer alıyor. Bu bölümlerde yazarın savunduğu iddialar, kanıtlarla net bir biçimde ortaya koyuluyor. Öncelikle son yıllarda Türkiye'de ortaya çıkan Hitler hayranlığına ve "Türk Nasyonal Sosyalizmi" gibi kavramlara bir cevap olarak Hitler'in tarihi kimliğinin ardında yatan karanlık bağlantıları ana hatlarıyla sizlere aktarmaya çalışacağım. DÜNYAYI YÖNETEN AİLE: ROTSCHILD AİLESİ Çoğu kişi Rotschild ailesinin adını bile bilmez. Bu ailenin adı, ne Forbes dergisinin düzenlediği ''Yılın Zenginleri'' bölümünde yer alır, ne de dünya jet-sosyetesinin partilerinde geçer. Ancak birçok ülkenin diplomatı bu ailenin adını duydukları zaman beş dakika durmak zorundadır. Çünkü bu aile dünya tarihi sahnesinde 1590 yılından beri vardır ve dünya, bu Yahudi ailesinin çok gizli faaliyetleri neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Çoğu kişi dünyada hiçbir ailenin böylesine bir gücü elindetutabileceğine inanamaz. Çünkü bir ailenin böylesine siyasi ve ekonomik bir gücü nasıl elde ettiğini bilmiyordur. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki aile derken üç-beş kişilik çekirdek bir aileden bahsetmiyorum. Rotschild ailesinin bugün 1000-1500 civarında ferdi olduğu bilinmektedir. Bu ailefertlerinin her biri, dünyanın gelişmiş, ya da gelişecek olan ülkelerinde, çok derin faaliyetler sürdürmek üzere dağılmışlardır. Dünyada olan her siyasi ve ekonomik gelişmeyi, İsrail devletinin çıkarlarına uygun düşecek şekilde düzenlemek en kutsal görevleridir. Ailenin geçmişi 16.yüzyıla dayanıyor. Aile İngiliz Kraliyet Saraylarında kralın yaverliğini yapan bir aile olarak ortaya çıkıyor önceleri. Kralın izlemesi gereken siyaseti ve dış politika stratejilerini bu aile belirliyor. Sadece bununla da yetinmeyip kraliyet saraylarındaki tüm ihaleleri kazanarak bu ihaleleri başarıyla sonuçlandırıp, hatırı sayılır bir servetin de sahibi oluyorlar. İngiliz saraylarındaki kariyerleri sayesinde kolayca kazandıkları astronomik paralarla tarihin ilk bankacılık faaliyetinigerçekleştirip, İngiliz çiftçilerine de astronomik faizlerle tarım kredisi vermeye başlıyorlar ve 50 sene geçmeden neredeyse İngiltere devletinden daha zengin bir hale geliyorlar. Faaliyet alanını iyice geliştirip derinleştiren Rotschild ailesi Avrupa'daki tüm imparatorlukları n saraylarında söz sahibi oldu. Sadece İngiltere'de değil, Avrupa'nın dört bir yanında tarımla uğraşan insanlara yüksek faizle kredi vererek, altın ve gümüş komisyonculuğu yaparak servetlerini iyice büyütüyorlar. Ekonomik gücü, aklın ve mantığın sınırlarını zorlamaya başlayan Rotschild ailesi, daha da karanlık ve karlı bir işe girişiyor. İşin adı "Savaşa giren devletlere faizle borç vermek" Bunun ilk icraatını İngiltere-Fransa savaşında gerçekleştiriyorlar. İngiltere'ye savaşa girmesi için faizli borç olarak 35 ton altın veriyorlar. İngiltere, Fransa karşısında yeniliyor ve Rotschild ailesine olan borcunu ödeyemiyor. Borcun oluşturduğu mükellefiyetten dolayı, İngiliz Merkez Bankası yani Bank of England Rotschild ailesine devrediliyor. Rotschıld ailesi İngiliz devletinin bu devretme işlemini bir şartla kabul ediyor: İngiliz sterlinini kendilerinin basması şartı. İngiliz hükümeti bu şartı o dönemde kabul etmek zorunda kalıyor ve İngiliz sterlinini basma yetkisi bu Yahudi ailesine veriliyor. Görünüşte ekonomi hakkında pek bilgisi olmayan arkadaşlar için bu durum pek bir şey ifade etmeyebilir. Para basma yetkisini başka bir kuruluşa ya da şirkete vermek demek aynı zamanda ülkenin bağımsızlığını da bu kuruluşa satmak demektir. Çünkü bir ülkenin bankası o ülkenin parasını basarken bastığı para karşılığında o ülkenin hazinesine değerli maden koymak zorundadır. Örneğin Türkiye Merkez Bankası, devlet matbaasında 20 YTL basıyorsa eğer, devlet hazinesine de 20 YTL değerindeki altını, elması ya da petrolü koymak zorundadır. Aksi halde basılan para, kağıt parçasından başka bir şey olmaz. İşte Rotschild ailesinin de yaptığı şey budur. İngiliz sterlinini basarak İngiliz hükümetine faizle borç olarak vermiş ve karşılığında altın ve elmas almıştır. Bu şekilde bir yılda 12 ton altın kar ettiği ekonomi tarihçileri tarafından söylenir. Rotschild ailesinin en büyük girişimi ise İngiltere ile Amerika'daki kolonilerin savaşı olmuştur. Savaş sırasında Rotschild ailesi çok gizli bir biçimde Amerikan kolonilerini desteklemiştir. Amerika'nın İngiltere'ye karşıdirenişini yöneten kişilere yüklü miktarda silah yardımı yapılmış, İngiltere'nin bu savaşta yenilmesinin sağlanacağı garanti edilmiş ve karşılığında, kurulacak olan Amerika devletinin resmi para birimini basma yetkisi istenmiştir. İngiltere ile savaş konusunda çok umutsuz olan başkanWashington ve ekibi bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmiştir. Aile böylece günümüzde tüm dünyada çok popüler olan Amerikan dolarını basma yetkisini elde etmiştir. Savaşı Amerikan kolonileri kazanmış ve İngiltere Amerika'dan elini ayağını çekmek zorunda kalmıştır. Savaştan yenik çıkan İngiltere bu sefer Amerika'ya yardım ettiği için Fransa'ya saldırmıştır. İngiltere, Rotschild ailesinin kendilerine finansal destekte bulunacağına güvenerek bu savaşa girdiyse de Rotschild ailesinden umdukları desteği bulamamışlardır. Rotschild ailesi el altından Fransa'yı destekleyerek Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını garantilemek istemiştir. Bir taraftan da İngiliz borsası üzerinde spekülasyona girişmiştir. İngiltere-Fransa savaşı sırasında borsada müthiş bir hareketlenme olmuş ve borsada oynayan halk, savaşı kazanacaklarını düşünerek girişimlerini arttırmışlardır. Bunu fırsat bilen Rotschild ailesi ''İngilizlerin savaşı kazandığı'' iddiasını ortaya atarak İngiliz halkının her seyini borsaya koymasını sağlamıştır. Ancak, generaller ve ordudan geriye kalanlar yurda döndüğünde, İngiltere'nin savaşta kaybettiği ortaya çıkmıştır. Borsa anormal derecede yükselmiş ve böylece kağıtları elinde tutan Rotschild ailesi bu ticaretten en karlı çıkan isim olmuştur. İngiliz tarihçilerin ''Kara eylül'' diye nitelendirdiğ i bu olay ile Rotschild ailesi adeta İngiltere devletinin mülkiyetini ele geçirmiştir. İyice gelişen Rotschild ailesi, Kenan diyarında Tanrı'nın kendilerine vaad ettiği kutsal İsrail devletini kurmak için hazırlığa başlamıştır. Osmanlı Devleti'nin parçalanması için gerekli olan her şeyi yapmışlardır. Osmanlı devletine komşu olan ülkeleri finanse ederek Osmanlı'ya karşı savaşmaları için kışkırtmışlardır. Böylelikle sudan bahanelerle Osmanlıya saldıran Rusya, Avusturya ve diğer komşu devletler, Osmanlıyı askeri ve ekonomik güç olarak iyice yıpratarak azınlık unsurların ayaklanmasını sağlamışlardır. Osmanlı devleti nereye koşacağını şaşırmış ve neticede isyan eden azınlıkların ayrı devletler kurmasına engel olamamıştır. Osmanlının en çok dış borcu Rotschıld ailesinin sahibi olduğu Bank Of England bankasınadır. Osmanlı Devleti, Rotschıld ailesine olan borcunu ödeyecek durumda olmadığından Rotschıld ailesi bunu fırsat bilmiş, Osmanlıya iğrenç bir teklifte bulunmuştur. Sultan 2. Abdülhamit ile görüşen Lord Baron Rotschıld "Kudüs şehrinin, Filistin'in, Suriye'nin ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin, yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında, Osmanlı devletinin tüm dış borcunu silme ve Balkanlar'da, Afrika'da kaybettikleri toprakları geri verme" teklifinde bulunmuş, ancak Abdülhamit teklifi şiddetle reddetmiştir. Abdülhamit, dinen böyle bir tutum sergileyerek büyük bir sevaba girmişse de Osmanlı devletinin yıkılma sürecini hızlandırmıştır. Daha sonraları Enver Paşa, Abdülhamit'in bu tutumunu tarihi bir hata olarak değerlendirmiştir. Enver Paşa'ya göre Kudüs şehri ve Kenan diyarı Yahudilere geçici olarak verilmeli ve Osmanlı tekrar eski gücüne kavuştuktan sonra bu topraklar geri alınmalıydı. Atatürk'e göre ise Osmanlı devleti böyle bir şey yapsaydı bile yıkılmaktan kurtulamazdı çünkü Osmanlı üzerine korkunç oyunlar oynanıyordu. Özetleyerek anlattığım bu süreçten sonra Rotschıld ailesi bütün gücüyle 1. Dünya savaşının çıkmasını tezgahlamıştır. Rotshıld ailesinin hesaplarına göre 1. Dünya savaşı ve Arabistanlı Lawrence'in faaliyetleri, Arapların birçok parçaya bölünmesi ve İsrail devletinin kurulması için yeterliydi. Savaş gerçekleşmiş, Almanların önderliğindeki İttifak devletleri grubu savaşı kaybetmişlerdi. Rotschıld ailesinin hesapları tutmuş ve İsrail devletinin resmi kuruluşunun ilan edilmesine ramak kalmıştı. Ancak tarihi rüyaya çeyrek kala Rotschild ailesi ayrıntılarda küçük bir hata yaptığını fark etti. İsrail devleti kurulmaya hazırdı ama, dağ ve ovalardan ibaret olan İsrail topraklarında kim yaşayacaktı? Avrupa'nın gelişmiş kentlerindeki rahatlığa alışmış olan Yahudiler, İsrail'de yaşamaya nasıl ikna edilecekti ? Esas sorun buydu. Bu sorunun giderilmesi için Rotschild ailesi radikal kararlar aldı ve yeni bir savaş için gerekli olan ortam hazırlanmaya başlandı. KUKLA DİKTATÖR HİTLER'İN ORTAYA ÇIKIŞI VE 2. DÜNYA SAVAŞI Almanya, Birinci Dünya savaşından adeta bir enkaz halinde ve oldukça demoralize bir biçimde çıkmıştı. Devlet tüm ekonomik ve askeri gücünü kaybetmişti. Ve çok ağır yaptırımlar içeren savaş tazminatı anlaşmalarına imza atmışlardı. Ancak Almanya'nın borçlu olduğu ülkelerin merkez bankalarının %85'i Rotschild ailesine ait olduğundan Almanya nerdeyse sadece Yahudi Rotschild ailesine borçluydu. Rotschild ailesi, Almanya'nın, bu yüklü borcun onda birini dahi ödeyemeyeceğini biliyordu. Rotschıld ailesi, Alman Merkez Bankasının kendilerine devredilmesi karşılığında dış borçlarının silinmesini teklif etti ve Almanlar teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Aslında bu durum sonun başlangıcıydı. Bırakın savaşacak parayı ve silahı, savaşta askere alacak erkek vatandaşı bile kalmayan Almanya tekrar tüm dünyaya kafa tutacak gücü nereden ve nasıl bulabilirdi ? Bunun için ancak Tanrının yardımı gerekirdi. Ancak daha onlar intikam planını yapmadan önce, Rotschild ailesi onlar için çok gizli bir plan yapmıştı bile. Bu plana göre sahte ama çok inandırıcı bir faşizm rüzgarı Avrupa'da esecek ve Yahudilere en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir şekilde şiddet ve baskı uygulanarak İsrail'e göç etmeye mecbur bırakılacaklardı . Bu planın ilk bölümü Almanya'nın ekonomisinin ayağa kaldırılması ve hızla silahlanmasının sağlanmasıydı. Muazzam bir ekonomik ve askeri güce kavuşan Almanya'nın başına 1. Dünya savaşında er olarak savaşan fanatik milliyetçi Hitler getirildi. İtalya ise Alman Faşizmi'nin etkisi altında kalmış ve iktidara Mussolini gelmiştir. Mussolini'nin iktidara gelmesi Rotschild ailesinin bir planı değil kendiliğinden gelişmiş bir olaydı ama bu durum Rotschıld ailesinin ekmeğine yağ sürmüştü. Hitler, hitabet yeteneği ve ürkütücü karizması ile Alman halkını yediden yetmişe peşinden koşturmuştur. Hitler'in konuşmalarında ve toplantılarında ise şaşırtıcı bir biçimde ana hedef Yahudilerdir. Hitler'in iktidara gelmesinden önce kardeş gibi bir arada yaşayan Alman ve Yahudi halkları birbirlerine hiçbir zararlarının dokunmamasına rağmen oluşturulan yapay kaos ortamı yüzünden birbirleri ile kanlı bıçaklı hale gelmişlerdir. Savaştan önce Yahudi işadamlarına Nazi gençlerinin düzenlediği saldırılar, ev kundaklamalar ve cinayetler ortamı iyice > germiştir. > > Zengin olan Yahudiler bir yolunu bulup Almanya'yı terk etseler de, fakir olan zararsız Yahudiler bir yere gidecek paraları olmadığından oldukları yerde kala kalmışlardı. O dönemler savaş dönemleri olduğundan Almanya'nın dışına çıkmak için büyük paralar ve bazı önemli bağlantılar şarttı. Hitler savaşı başlatmış ve Almanya'nın sahte intikam harekatı başlamıştı. Almanya savaşın ilk yıllarında başarı göstermiş ve Fransa, Yugoslavya, Çekoslovakya, Avusturya ve Belçika gibi ülkelerin tamamını çok kısa sürede ele geçirmişti. Özellikle Paris'e 2 saatte giren Nazi orduları İngiltere ve İspanya'nın iyice ürkmesine neden olmuştur. İngiltere'yi hava saldırıları ile darmadağın eden Nazi orduları bir taraftan da sözde Yahudi soykırımı yapmaya başlamıştır. Yahudiler bir bir katledilmiş ve imha fırınlarında yakılmıştır. Ortada öyle korkunç bir ortam vardır ki, savaştan sonra bölgeyi teftişe gelen Amerikalı generaller bile uçaklarından iner inmez havadaki pis kokudan dolayı hava alanında kusmuşlardır. Havadaki pis kokunun nedeni ise sürekli olarak yakılan insan cesetleri ve çürümüş cesetlerdir. Savaştan sonra tam bir korku ülkesine dönen Almanya'da ortaya atılan iddialara göre neredeyse hiç Yahudi bırakılmamıştır. Ancak Sovyet araştırmacılar durumun hiç de öyle olmadığını savaşta katledilenlerin sadece %15'in Yahudi olduğunu net ve çarpıcı belgelerle kanıtlamışlardır. Bu belgelere göre savaşta öldürülenlerin çoğu ermeni, çingene ve Polonyalılardı . Geriye kalan zengin Yahudiler Rotscild ailesinin kurduğu paravan şirketler aracılığı ile ve Amerikan askerlerinin denetiminde, gizlice (Amerika'ya değil) İsrail'e kaçırılmışlardır. İsrail'e getirildikleri dönemden İsrail devleti kuruluncaya kadar olan süreçte tabiri caizse Allah'ın dağında prefabrik usulü yapılmış evlerde kalmışlar ve büyük zorluk çekmişlerdi. Kaçmak için girişimlerde bulunanlar ise Tevrat'ın emrettiği bir biçimde idam edilmişlerdir. Neticede yaratılan sahte milliyetçi bir hava ile sözde Yahudi soykırımı yapılmış, tüm dünyada Yahudilere yönelik şiddet eylemlerine girişilmiş ve Yahudiler İsrail'e göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Yani Rotschild ailesi 1. Dünya savaşında yarım bıraktığı işi 2. Dünya savaşında tamamlayabilmiş tir. Aşırı dindar bir aile olan Rotschild ailesi, kendilerine göre, Tanrı'ya olan sözü yerine getirmiştir. BAŞKAN KENNEDY'NİN ORTADAN KALDIRILMASI 2. Dünya savaşından sonra kurulan İsrail devletinde her şey 1960 yılında John Fitzgerald Kennedy'nin Amerikan başkanı olmasından sonra değişmiştir. Kennedy Amerikan tarihinin en genç Başkan'ıdır ve aynı zamanda ilk katolik Başkandır. Kennedy'den önce Amerika'da katolik bir Başkan hiçbir zaman olmamıştır. John F Kennedy'nin babası olan Joseph Kennedy de politikacı olup aynı zamanda İngiltere büyükelçiliği yapmıştı. Ne babası, ne de Başkan Kennedy Yahudilerle iyi geçinemiyorlardı. Babası büyükelçilik yaptığı dönemde Londra'da Yahudilerin boy hedefi haline gelmiş ve çeşitli saldırılara maruz kalmıştı. Sigmund Rotschild, Kennedy'ye "Başkan seçildiğinde Ortadoğu'da İsrail tarafını tutan bir politika izlemesi karşılığında, milyonlarca doları bulan seçim kampanyası masraflarını karşılamayı" teklif etmiştir. Ancak Kennedy böyle bir teklifin bir daha yapılmamasını rica etmiş ve kendisini hakarete uğramış hissettiğini belirttirmiştir. Kennedy, İsrail lobisinin Amerikan devleti üzerindeki faaliyetlerinden son derece rahatsızdı. Kennedy'ye göre lobilerin faaliyetleri, Amerikan bağımsızlığına vurulmuş bir darbeydi. KENNEDY İLE İSRAİL BAŞKANI BEN GURİON'UN NÜKLEER KAVGASI İsrail kurulduğu günden beri Ortadoğu'da süper güç olma hayali ile hareket etmiştir. Bu yüzden İsrail Devleti hızlı bir "nükleer silahlanma programı" izlemeye başlamıştır. İsrail'in Dimona Çölü'nde kurduğu nükleer santralinde peynir-ekmek gibi atom bombası ve nükleer başlıklı füzeler üretmesi Başkan Kennedy'yi çok rahatsız etmiştir. İsrail'in nükleer füzelerinin Ankara, İstanbul, Şam, Tahran, Bağdat ve Riyad gibi şehirleri vuracak kapasitede ve menzilde olması Kennedy yönetimini önlem almaya mecbur bırakmıştır. Kennedy, Ben Gurion'a yazdığı sert bir uyarı mektubunda ''İsrail'in nükleer programını durdurmaması durumunda Amerikan yönetiminin yaptırım uygulamaktan kaçınmayacağını belirtmiştir'' Ben Gurion da cevap olarak gönderdiği mektupta Kennedy'ye ''Genç Adam'' diye hitap etmiş ve bazı ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu mektuplaşmalar iyice çığırından çıkmış ve hakaretleşmeye dönüşmüştür. Bu durum üzerine tepki olarak Ben Gurion istifa etmiştir. Ünlü Yahudi politikacı Henry Kissinger ''İsrail'in nükleer programına son vermesi İsrail'e büyük zarar verir'' diyerek Kennedy'yi ikna etmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Kennedy bununla da yetinmemiş ve 4 Haziran 1963'te Amerikan Temsilciler Meclisi'ne danışarak çıkarttığı 11110 sayılı kanunla Amerikan Dolar'ını basma yetkisini Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank'ın elinden alarak Amerikan Merkez Bankası'na vermiş ve ''bir ülkenin parasının denetimin şahısların elinde olmasının büyük bir sorun olduğunu'' belirterek kendi sonunu hazırlamıştır. Federal Reserve Bank, İsrail'in en büyük gelir kaynağıdır, tabiri caizse şah damarıdır. Kennedy, dolar basma yetkisini Federal Reserve Bank'ın elinden alarak adeta İsrail'in şah damarını kesmiştir. Neticede İsrail için Kennedy'nin etkisiz hale getirilmesi farz olmuştur. Kennedy'nin seçimleri kaybetmesini beklemek boş bir umuttu, çünkü Kennedy halktan büyük destek görüyordu. Kennedy'ye seçimler kaybettirilse bile sonradan kazanması yüksek ihtimaldi. Üstelik Kennedy'nin kardeşi de gelecek vaad eden bir politikacıydı. Tek bir çare gözüküyordu. O da suikast idi. Kennedy bir şekilde öldürülürse Amerikan yasaları gereği yerine yardımcısı getirilecekti. Kennedy'nin yardımcısı Lyndon Johnson'dı. Johnson tam bir İsrail taraftarıydı. Üstelik Kennedy ile hiç iyi geçinemiyordu, söylentilere göre Kennedy kendisini kovmaya çalışıyordu. İsrail, suikast kararı alır ve bunu, Amerikan derin devleti içindeki bağlantılarını kullanarak gizlice uygulamaya koyar. Kennedy'yi öldürmek için en uygun ortam seçim kampanyaları için geleceği Dallas'tır. Dallas'ta her zamanki gibi üstü açık araba ile halkı selamlayacak olan Kennedy'yi korumakla görevli CIA ajanları özel olarak ayarlanacak ve başkanın güvenliği sabote edilecekti. Böylece suikast çetesi Kennedy'yi rahatlıkla öldürebilecekti. Suikast çetesi için değişik rivayetler vardır. Kimileri Kennedy'yi Fransız suikast çetesinin öldürdüğünü, kimileri ise Kübalı sürgünlerin öldürdüğünü iddia eder ancak kesin olan bir şey var ki, Kennedy'yi öldürenler çok profesyonel ve acımasız keskin nişancılardan (sniper) oluşan bir suikast timidir. Kennedy'nin ziyaretinden önce, yani 21 Kasım 1963 akşamı Dallas'ta bardaktan boşalırcasına yağmur yağmıştır. Ancak şehir halkı buna rağmen başkanı en iyi şekilde karşılamak için elinden geleni yapmıştır. 22 Kasım 1963 sabahı Washington D.C.'den Air Force One uçağı ile gelen Başkan Kennedy ve eşi, sabah 09'da şehir merkezinde Dallas valisi Connaly ile birlikte kahvaltı ettikten sonra üstü açık bir limuzine binerek halkı selamlamaya başlamışlardır. Tam 6 aracın olduğu kortejde en son arabada Başkan Kennedy ve Vali Connaly vardır. Önde motosikletli SS korumalar ve yanda CIA ajanlarının bulunduğu arabalarla Kennedy'nin arabası Kortejle birlikte Elm caddesinden Houston'a doğru beklenmedik bir dönüş yapar. O sırada silah sesleri yükselmeye başlar. Polisler telsizle anons etmeye başlar: ''Korteje ateş ediyorlar yere yatın'' diye. Tam 6 el silah sesi duyulur. Birinci mermi arabayı ıskalar ve alt geçitte bekleyen Edmund Harris adındaki taksi şoförünün kulağını parçalar. İkinci mermi Kennedy'yi tam omzundan vurur. Üçüncü mermi Kennedy'yi ıskalayıp ön koltuktaki vali Connaly'i omzundan vurur. Dördüncü mermi Kennedy'yi boynundan vurur, aynı mermi başkanın vücudundan çıkıp Vali Connaly'i sırtından vurur. Beşinci mermi arabayı ıskalayıp dikiz aynasını kırıp dışarı çıkar. Ve Altıncı mermi... Altıncı mermi başkan Kennedy'yi tam kafasından vurur. Başkanın kafasını parçalayan mermi bulunamaz. Suikasttan sonra yapılan araştırmalarda Kennedy'yi sözde komünistlerden vatan haini Lee Harvey Oswald'ın vurduğu iddia edilir. Ortada altı mermi olmasına rağmen Oswald'ın tek katil olduğu görüşüne varılır. İddialara göre Oswald, Texas Okul kitapları bürosunun altıncı katındaki pencere dibinden İtalyan yapımı "Mannlicher Caracano" marka sniper tüfeği ile altı kez ateş ederek Başkanı öldürmeyi başarmıştır. Lee Harvey Oswald apar topar hapsi boylamıştır. Deliller birden çok sayıda keskin nişancının olduğunu göstermesine rağmen, İsrail denetimindeki Amerikan derin devleti, suçu Lee Harvey Oswald'ın üzerine atarak diğer delilleri bir bir yok etmiştir. Suikastı gören 57 kişi ölü bulunmuş, ölümler kaza veya intihar ile açıklanmıştır. Lee Harvey Oswald ise suikasttan iki gün sonra, mahkeme çıkışında yüzlerce FBI ajanı ve polisin arasında Yahudi bir bar işletmecisi olan Jack Ruby tarafından öldürülmüştür. Bu Amerikan milliyetçisi Yahudi, Lee Harvey Oswald'ı öldürmesinin nedenini ise komünistlerden Amerika'nın aldığı intikam" olarak yorumlamıştır. Birden çok sayıda keskin nişancı tarafından vurulan Kennedy'nin otopsisini Amerikan ordusundaki üst düzey amiral ve generaller yürütmüş ve otopsideki suikast delillerini bir bir sabote etmişlerdi. Ailesi, Kennedy'nin kafasının kesilerek incelenmesini ve böylelikle gerçek suikastçıların bulunmasını istediğinde ise, Amerikan birimleri konuyu şiddetle reddetmişlerdir. Kennedy apar topar gömülerek konu örtbas edilmiştir. Başkan Kennedy'nin suikast sonucu öldürülmesinden sonra başkan adayı olan kardeşi senatör Robert Kennedy de bir basın toplantısı sırasında İsrail işbirlikçisi Filistinli bir genç tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür. KENNEDY SUİKASTININ SONUÇLARI İsrail, Kennedy'nin kapattığı Dimona çölündeki nükleer santralini tekrar açmış ve nükleer silah üretimine eskisi gibi devam etmiştir. Başkan Kennedy'nin çıkarttığı, Federal Reserve Bank'ın elinden Amerikan dolarını basma yetkisini alan 11110 sayılı kanun iptal edilmiş ve Amerikan dolarını basma yetkisi tekrar Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank'a verilmiştir. II. Dünya savaşından sonra ılımlı ve sakin bir politika izleyen Amerika devleti özellikle Kennedy suikastından sonra soğuk savaş sürecini de başlatmıştır. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki soğuk savaştan tüm dünya devletleri çok olumsuz yönde etkilenmiştir. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki silahlanma rekabeti adeta bir sidik yarışına dönmüştür. Amerika tüm dünya genelinde emperyalist faaliyetlerine hız vermiş ve Vietnam'a saldırmıştır. Vietnam'da binlerce kişinin ölmesine ve birçok ülkenin bu savaştan dolaylı olarak zarar görmesine neden olmuştur. Amerika'da İsrail lobisi ise iyice pervasızlaşmış ve yönetimde söz sahibi olmuştur. Amerika İsrail Devletinin yaptığı katliamlara sesini çıkaramaz hale gelmiş ve İsrail ile suç ortaklığı yapmaya başlamıştır. En basitinden örnek vermek gerekirse İsrail devletinin çok gizlice yürüttüğü "Samuel Vanunu'yu kaçırma operasyonu"na istemeden şahit olan bir Amerikan Fırkateynindeki 23 deniz piyadesi İsrail hücum botları tarafından açılan ateşle öldürülmüştür. Denize düşüp kaçmaya çalışan askerler bile İsrailliler tarafından öldürülmüştür. Olayın basına sızmasınaizin verilmemiş ve yahudilerin kontrolündeki Amerikan basını konuyu haber bile yapmamıştır. CIA tüm dünyada ''komünizmle mücadele'' doğrultusunda adına GLADIO denilen ve Beyrut'taki gerilla kamplarında eğitilen katillerden ve paralı askerlerden oluşan gizli bir ordu hazırlamış ve bu paralı katilleri maaşa bağlayarak dünyanın her yerinde komünistleri ve sol düşüncelileri öldürmekle görevlendirmiştir. Bu bağlamda Türkiye'deki sağ-sol çatışmaları, siyasi amaçlar için işlenen cinayetler, katliamlar, terörist eylemler, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi ve 12 Eylül darbesi hep Gladio'nun eserleridir. Gladio ordularının kurulması ne tesadüfse Kennedy suikastından hemen sonraya denk gelir. Amerika'nın "Büyük Ortadoğu Projesi" başlamıştır. Büyük Ortadoğu Projesinin diğer adı ise Büyük İsrail Devleti projesidir. Kennedy suikastından sonra Büyük İsrail Devleti Projesine hız verilmiştir. Büyük İsrail Devleti Tevrat'ta Tanrı Yehova'nın Yahudilere vaad ettiği topraklardan oluşmaktadır. 11 Eylül saldırıları, Münih'teki eylemler ve daha birçok terörist eylem aslında Büyük İsrail Devleti projesinin bir parçasından başka bir şey değildir. Bazı arkadaşlar Büyük Ortadoğu Projesini sanki yeni bir şeymiş gibi algılıyorlar. Bu arkadaşlar kitap falan pek okumadıkları için ne duysalar ona inanıyorlar. Büyük Ortadoğu projesi yeni bir şey değil ki. Yüzyıllardır var olan bir proje... Osmanlıların yıkılması, Arapların parçalanarak bir sürü ülkeye bölünmesi, Türkiye'deki terör eylemleri ve istikrarsızlık ve Irak, İran gibi ülkelerin periyodik olarak neredeyse her on yılda bir sorun çıkarması rastlantı olmasa gerek.
Yorum yapılan sayfa : http://haber.mynet.com/detay/guncel/ocalan-avukatlari-araciligiyla-tehdit-etti/521226